Gerçek beka ne? / Hasip Sarıgöz

Gerçek beka ne? / Hasip Sarıgöz

Bir seçim süreci yaşadık…

Yarış eşit şatlarda mı yapıldı?

Bir yanda devlet, bir yanda terörist ve hain olmakla suçlanan muhalefet…

O halde cevap: Hayır!

Adaletsizlik yapıldı mı? Şüphesiz!

Kanunsuzluk?

Görünen köy kılavuz istemez.

Çifte Standart?

Aynı kanun İstanbul ve Ankara’da ayrı, Balıkesir ve Bursa’da ayrı uygulanıyorsa???

Diz boyu!

Ama artık seçim bitti…

Seçimle birlikte Tanzim Satış Çadırları da gitti…

Fakat vatandaşın geçim derdi devam ediyor! Görünen o ki, ağırlaşarak da devam edecek! Çünkü çarşı pazar yangın yeri, işsizlik ve durgunluk uzun zamandır “SOS” veriyor!

Seçim biteli kaç gün oldu?

Hani şu ağızlarından düşürmedikleri bir beka meselesi vardı ya, siz hiç seçimin ardından bekadan bahsedeni duydunuz mu?

Ben duymadım. Peki, seçimle birlikte bu memleketin geçim derdi de, beka meselesi de bitti mi? Yani Türkiye’nin hiç beka meselesi yok mu?

Tabi ki, var.

Ama onların dediği değil.

Yani koltuklarının ve siyasi geleceklerinin bekası değil. Devletimizi ve milletimizin tamamını ilgilendiren çok daha önemli beka meselelerimiz gerçekten var!

Ordumuzun durumu var, çarkları stop etmiş bir sanayi üretimi var, bitirilen tarım var, zehirlenen tohum ve toprak var, Ege’de Yunan’a peşkeş çekilen adalarımız var, PYD’nin elinde kalan Süleyman Şah Türbesi toprağımız var.

Mesela F35’ler konusu var. Parasını ödediğimiz halde, üretim ortağı olduğumuz ABD uçaklarımızı vermiyor. Hatırlayın 1’nci Dünya Savaşı’na nasıl girmiştik? İngiltere, parasını peşin ödeyerek satın aldığımız “Sultan Osman” ve “Reşadiye” isimli iki gemiyi bize vermemişti. Biz de bunun üzerine Almanlardan Yavuz ve Midilli’yi (sözde) satın almıştık, gerisini biliyorsunuz. Dün mevzu iki gemiydi, bugün ne? İki uçak...

Bu kadar mı?

Hayır!

4 milyonu aşkın Suriyeli sorunumuz var, kulağınızın üzerine yatarsanız çeyrek asır sonra görürsünüz bekayı!

Sınırımızın hemen güneyinde her şeye rağmen kurulmaya devam eden bir PYD devletçiği var! Barzani ise şimdilik kaydıyla pusuda!

Haberiniz var mı bilmem, biz oy çuvalları ile yatıp kalkarken, Yunanistan ile İsrail; Girit Adası’nda “ortak radar sistemi” kurmak için anlaştılar. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’den silinmesi çabasıdır!

Bu arada Fransa sessiz sedasız Kıbrıs’a yerleşiyor! Fransız Donanması için Mari/Larnaka’daki “Vangelos Florakis” deniz üssünün kapasitesinin genişletilme çalışmalarının tam gaz devam ettiğini biliyor musunuz?

Yine, 20 Mart 2019’da ABD, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ortaklaşa imzalayıp açıkladıkları bir “Kudüs Deklarasyonu” var. Eğer bir şeyler yapmazsak bu deklarasyonla; Doğu Akdeniz’deki muazzam doğal gaz ve petrol yataklarının işletilmesinde ülkemiz tamamen devre dışı bırakılmaktadır!

Hain darbe girişiminin üzerinden ne kadar zaman geçti? Tam 34 ay… Bir iki ay sonra üzerinden koskoca üç yıl geçmiş olacak. Peki, bu darbe girişiminin siyasi ayağı nerede? Bu sorunu çözmedikçe, siyasi ayak ortaya çıkarılıp cezası kesilmedikçe Türkiye istikbaline güvenle bakabilir mi?

Gördüğünüz gibi bekamızı tehdit eden çok sorun var, say say bitmiyor.

Fakat öyle bir beka sorunumuz daha var ki, eğer devlet ve millet olarak biz o sorunu çözmez isek, eninde sonunda o bizi çözecek!

Bu mesele yalnızca bir FETÖ meselesi olmayıp, "CEMAATLER MESELESİ"dir!

İnsan sormadan edemiyor. Sütten ağzı yanan birisi, yoğurdu üfleyerek yemez mi? Elbette öyle yapar, tabi ki tedbirli davranır. Fakat bir bakıyorsunuz daha dün sütten ağzı, boğazı ve dahi midesi yanmış olanlar hiç oralı değiller. Bırakın yoğurdu, daha kaynar sütleri bile hiç üflemeden içmeye devam ediyorlar!

İyi de neden???

Henüz FETÖ’nün bütün bağlantıları ortaya çıkarılamamışken ve en önemlisi, beyin takımı da diyebileceğimiz siyasi ayağına hiç dokunulmamışken, FETÖ’den boşalan devlet makamları, Menzil başta olmak üzere, başka cemaatlerle neden doldurulur?

İki ihtimal var: Ya birilerinin zannedildiği gibi sütten ağzı yanmamıştır, ya da cemaatler meselesi hala daha doğru şekilde anlaşılamamıştır. Benim tahminim cemaatler meselesinin hala daha ülkeyi yönetenler tarafından doğru şekilde anlaşılamadığı yönündedir.

Aslında, Partili Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından, ümit verici gelişmeler yaşanmıştı. Yani seçimin hemen ardından Adnan Oktar Cemaati’ne yapılan operasyon son derece doğru, ama fazlaca da gecikmiş bir operasyondu…

Fakat güdük kaldı.

Devamı gelmedi.

Devamı gelmediği gibi, başka başka cemaatlerin de devlette yuvalanmasına (göründüğü kadarıyla) sessiz kalındı!

Türkiye’de cemaatler sorununu doğru anlayabilmek ve milletimizin bekası açısından doğru teşhislerle birlikte doğru çözüm yollarına ulaşabilmek için 15 Temmuz’dan bu yana cereyan eden olayların ana hatlarına bakmak ve dahi cemaatler kanadında yaşananları, önyargısız bir vatanseverlik düsturu ile analiz etmek gereklidir.

Siz başarısızlıkla sonuçlanan hain darbe girişiminden sonra, her şeyin yoluna girdiğine veya bu gidişle gireceğine mi inanıyorsunuz?

Öyle ise inanın çok yanılıyorsunuz.

Hani, "denize düşen yılana sarılır" derler ya… Aslında FETÖ’ye ve onun suçlarına bulaşmış olan cemaatçiler de aynen öyle yapıyorlar.

Ne mi yapıyorlar?

Açığa çıkmamak ve yakalanmamak adına kendilerini başka cemaatlerden gösteriyorlar, onların toplantılarına ve faaliyetlerine katılıyorlar. Zamanında FETÖ’ye verdikleri gibi şimdi çok daha fazlasını himmet adı altında başka cemaatlere veriyorlar ve hatta ümit ediyorlar ki, içlerine girdikleri bu cemaatleri de zaman içerisinde kendi yapılarına evirebilsinler.

Bugün; AKP içindeki en katı Reis’çilere, AKP dışında ise geçmişlerinde olmadığı halde en ateşli Atatürkçü veya keskin muhalif görünenlere dikkat çekmek isterim. Çünkü her maske arkasında bir sürprizi veya çirkinliği saklar.

O halde kim bu cemaatler? Başta Menzil Cemaati olmak üzere Süleymancılar, Nurcular (ve alt kolları), Okuyucular, Yazıcılar, İskenderpaşa, Kurdoğlu, Hakyolcular, İsmailağa, Erenköy, Zehracılar, Közcüler… O kadar çoklar ki, say say bitmiyor.

Ne yazık ki, henüz FETÖ’den bile tam anlamıyla kurtulamamışken, devlet kademelerinin başka başka cemaatlere açılmasının sancılarını yaşıyoruz.

Biraz sonra anlatacaklarım, eğer tedbir alınmaz ise büyüyeceği kesin olan bir yangının yalnızca ilk kıvılcımlarıdır.

Neler mi oluyor?

Bir kere; güçlülerin ve zenginlerin suç işlediği, ama zayıf ve yoksulların bedel ödediği garip bir dönemden geçiyoruz.

Yandaşlığın, kandaşlığın ve kamplaşmanın kurumsallaştığı, kampların ise birbirine karşı cepheleştiği tehlikeli bir dönemden geçiyoruz!

Polis okullarına doldurulan Menzilci polislerin, okul mescitlerinde zikir ayinleri düzenledikleri haberlerini duyuyoruz.

Birçok AKP’li belediyenin, evlendirdiği gençlere Menzilcilerin “Aile Saadeti” isimli kitabını hediye ettiğini biliyoruz.

Cumhur İttifakına destek verme kararı veren Menzilcilerin Beşir Derneği’nin, Partili Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından İçişleri Bakanlığı’nca “izin almadan yardım toplayabilen dernekler” listesine alındığını fark ediyoruz.

Hani sözde, kışlaya ve karakola siyaseti sokmayacaktık ya…
Aslında son dönemde dinbaz ve tarikatçı siyasetin dik alasının buralara rahatça girebildiğini görüyoruz. Operasyondaki arkadaşlarını etrafına toplayan üniformalı Menzilci bir askerin, “Benim Gavsım Kasrevidir” ilahisini söylediğini, şaşkınlık içinde görüyoruz. (İsterseniz buyurun siz de izleyin: https://www.youtube.com/watch?reload=9&v=fP3nTfQxABA)

Yine Zeytindalı Harekâtı sırasında, “Rabia” işareti yapan rütbeli askerleri ekranlardan hep birlikte izlemedik mi?

İsmailağa Cemaati'ne yakın olduğu iddia edilen, Kıyam-Der ve Fatih Medreselerine bağlı iki grubun, umre için gittikleri Allah’ın evi Mekke'de kavga ettiklerini ve birbirlerinin kafalarını gözlerini yardıklarını haberlerde seyretmedik mi? Bu cepheleşmenin ve ötekileştirmenin dik alası değil mi?

Çok daha vahimi var. Sayın Ümit Özdağ’ın tespitlerine göre; Kara Harp Okulu’nda Cuma Namazını hangi tarikatın imamının kıldıracağı konusunda öğrenciler arasında kavga çıkıyor ve bu konu Genelkurmaya kadar intikal ediyor!

Bu ne demek?

Ordu cemaatleşiyor, polis tekrar cemaatleştiriliyor!

Bütün bu örnekler yalnızca buzdağının görünen kısmı… Ya görünmeyenler, ya henüz bilinmeyenler?

Bilindiği üzere, cemaat ve tarikat yapılanmaları kendi içlerinde örgütlü ve hiyerarşik bir yapıya sahip örgütlerdir. Kendi içlerinde bir emir komuta zinciri vardır ve bu zincirdekiler emirleri şeyhlerinden alırlar. Kendi içinde örgütlü ve başka birisinden emir alan insanları devlete doldurarak, yalnızca devletten emir almalarını beklemek, gerçekten akıllara ziyan bir beklentidir. Çünkü bu cemaat üyeleri, belki maaşlarını yalnızca devletten alabilirler ama emirleri asla!

Siyasi ve en önemli ayağını göz ardı edersek, evet FETÖ gitti. Ama ne yazık ki, Kahraman Türk Ordusu bu kez de başka tarikat ve başka cemaatler tarafından kuşatılıyor!

Hani biz ordumuzu ve polisimizi bu cemaatlerden temizleyecektik, hani kurtaracaktık?

Öyle iç içe geçmiş ilişkiler görüyorsunuz ki, hayret etmemek imkânsız. Mesela FETÖ ile mesafeli görünen Cübbeli Ahmet (Hoca) hapisteyken, kendisini Adil Öksüz’ün ziyaret ettiğini kaçınız biliyorsunuz?

Hala daha Devlet içinde eski FETÖ’cülerden yok mu? Kendilerine milli damar da diyen kim bu Közcüler? FETÖ sonrası yargıda ağırlık kazandığı iddia edilen Hakyolcular kim, kim bu Hakyolcu hâkimler?

Öyle bir cemaat var ki, müritlerine İslam’ın beş şartından biri olan hac farizasını yasaklayabiliyor!

Sahi bütün bunlar neden oluyor?

Neden müsamahakâr davranılıyor?

Çünkü cemaat olayını, cemaatleşme olayını tam anlayamadığımız için, 15 Temmuz rezaletine rağmen ülkemiz için bu oluşumların nelere mal olabileceğini hala daha tam algılayamamış olduğumuz için, hala daha her Allah ve Peygamber diyeni samimi, her alnı secdeye geleni dürüst sandığımız için!

Oysa bilsek ki; bütün semavi dinler, aklı ve vicdanı olan insanlar için ve o insanların ruhlarına ve vicdanlarına hitap etmek için indirilmiştir. Dolayısıyla hiçbir din, devletleri veya siyasi ya da ekonomik gücü kontrol etmek üzere indirilmediğine göre; o zaman içine para, siyaset ve karşılıksız din öğretisi dışında ideoloji bulaşmış hiçbir dinsel yapı masum ve yalnızca dinsel bir yapı değildir.

Kaldı ki, herhangi bir din eksenli yapının devleti ve kurumlarını ele geçirerek, kendi ideolojisi üzerinden millete tahakküm etmesi ne dine, ne diyanete, ne ahlaka, ne örfe, ne de demokrasiye uygundur.

Türkiye’deki cemaat ve tarikatlarda bugün, ilgili şeyhin işaret ettiği bir partiye blok olarak oy verme gerçekliği yok mudur? O halde bu şeyhlere, müminlerin özgür iradelerine tasallut etme hakkını kim veriyor? Din mi? Eğer din böyle bir tahakküm veya tasallut yetkisi vermiyorsa, o zaman bu yapılanmalar dini bir yapılanma değil, din maskeli siyasi amaçlı yapılanmalardır.

Eğer, herhangi bir cemaat veya tarikat holdingleşme yoluna giriyorsa, o zaman da bu yapılanmalar din maskeli ticari amaçlı yapılanmalardır.

Ne yazık ki, günümüzde cemaatler veya cemaatçiler için din; Kuran ve Sünnet’ ten ziyade şeyh efendinin söylediği olmuştur. Ve yine ne yazık ki, Türkiye’de faaliyet gösteren tarikatların hepsi imandan ziyade şahıs kaynaklıdır.

İslam’a göre muhakkak ki, “bütün müminler kardeştir” (Hucurat 10). Yani İslam daima bütünleyici ve kavrayıcıdır. İslam’da kardeşlik varken, ötekileştirme yoktur.

O halde sorgulayalım. Bugün ülkemizde ve dünyada var olan cemaatlerde bu kavrayıcılık ve bütüncülük var mıdır? Ne yazık ki yoktur. Kendilerinden ve kendilerinden olmayan, yani öteki gerçeği vardır. Bilirsiniz İslam’da namaz vakti müminler camiye toplandıklarında içlerinden biri bu namazı kıldırır. Yani sabit bir imamlık müessesesi bile yoktur. O halde Kara Harp Okulu öğrencilerinin, okuldaki mescitte namazı hangi cemaatin imamının kıldıracağı konusunda hır gür çıkarmalarını İslam’ın neresine koyacaksınız? Koyamazsınız çünkü burada bir öteki vardır, bizim cemaatin imamı ve ötekilerin imamı!

Diğer yandan, ülkemizdeki her bir tarikat veya cemaatin; bir üniformayı andırırcasına ayrı ayrı renk ve şekillerde takke ya da sarık takmaları, aynı şekilde cübbeler giymeleri veya ayrı ayrı selamlaşma şekillerinin olması bile ötekileştirmenin vardığı vahim noktayı anlatmaya yetmektedir.

FETÖ’nün devlet kurumlarına girebilmeleri adına kendi yandaşlarına yaptıkları alçakça torpilleri ve hayat hırsızlıklarını dikkate aldığımızda ülkemizdeki cemaatlerde ötekileştirme gerçeği sapına kadar vardır.

O zaman, birini gözleyip diğerini ezleyen ve sonuna kadar ötekileştiren, diğer bir deyimle Müslümanları bölüp, İslam’ı kamplara ayıranların İslam’da bir yeri olabilir mi?

Bakın kutsal kitabımız Kuran bu konuda ne diyor:

“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır.”(Enam 159)

“Dinlerini parçalayan ve gruplara ayrılanlardan olmayınız! Her grup, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.”(Rum 32)

Görüldüğü gibi Yüce Allah’ın kelamında her şey çok açık…

Demem o ki, devletin içine sızmış veya yerleştirilmiş olan, din kisvesine bürünmüş bütün tarikat ve cemaatler, adeta bir vücudu saran urlar gibidir. Bu urlar devlet bünyesinden çıkartılmadıkça, bünyenin teslim alınması ve hatta yok edilmesi kaçınılmazdır. İşte gerçek beka meselesi de budur.

Dün AKP Hükümeti, FETÖ’ye “Allah dedikleri için müsamaha gösterdi”.

Peki, bugün yine aynı AKP Hükümeti, yine “Allah diyen” başka yapılara benzer müsamahaları göstermiyor mu?

Dün’ün Fethullah Gülen Cemaati, bugünün (Fethullahçı Terör Örgütü) FETÖ’sü oldu. Peki ya bugünün müsamaha gören Menzil Cemaati, yarının (Menzil Terör Örgütü) METÖ’sü olamaz mı?

Var mı bir garantileri?

Seçimler de bitti, bakalım Hükümet ne yapacak?

Önümüzdeki günlerde yaşayıp göreceğiz.

Göle mi gidecekler, yoksa çöle mi?