H â l d i l i…

H â l  d i l i…

İnsanları tanımanın iki ana yolu vardır: Ya sözüne bakarsınız, ya da hâl ve hareketlerine… "Bir şahsın karakteri hakkında bunlardan hangisi daha doğru bilgi verir acaba?" diyeceksiniz.

"İnsan sözünden, hayvan yularından tutulur" atasözüne bakılırsa söylediği söz, insanı bağlar. Doğru, ama "Dilin kemiği yok" diye de bir atasözümüz var. Yani dil her yana döner. İnsanoğlu, bugün söylediğini yarın inkâr edebilir yahut dün söylediğinin bugün tam tersini söyleyebilir. Sosyal hayatta bunun sayısız örnekleriyle karşılaşıyoruz. Bu sebeple, eskiler "kâl"e (söz) değil, "hâl"e (tutum ve davranış) itibar ederlerdi.

Leskofçalı Galip (ö. 1876) bir mısraında bunu şöyle dile getirir:

"Hâlini herkes beyân eyler lisân-ı hâl ile."

Leskofçalı Gâlib''in şu beyti de lâfla peynir gemisinin yürümeyeceğini, bildiğimiz bir şey varsa onu muhakkak kuvveden fiile çıkarmamız gerektiğini ifade etmektedir:

"Meyl eylemez ashâb-ı hüner lâfügüzâfa//Mâhiyyetini, var ise bildir kaleminle."

Ziya Paşa (ö. 1880) haklı, kişinin sözüne değil, işine bakarak hüküm verilmelidir. Onun gerçek yüzünü lâfından çok, işi gösterir:

"Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz."

Münîre Hanım (ö. 1903) da bir beytinde "Akıl ve izan sahipleri nazarında bir insanın vicdanlı olup olmadığını anlamak için tek ölçü onun işidir" diyor:

"Sâhib-i iz''ân için bir başka mîzân istemez//Gösterir mâhiyyet-i vicdânı insanın işi."

Ziya Paşa''nın çok güzel ifade ettiği üzere, evinde aile düzenini sağlayamayan lâf ebelerinin dünyaya nizam vermeye kalkmaları abesle iştigal değil de nedir?

"Onlar ki verirler lâf ile dünyaya nizâmât//Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde."

Hâl ehli, kâl ehli

Özellikle mutasavvıflar arasında "ehl-i hâl" ve "ehl-i kâl" tabirleri yaygındır. Sûfîler "ehl-i hâl"i (hal ehli) "Gönlü Allah aşkı ile dolu olan, bildiklerini sözde bırakmayıp fiile geçiren Allah''ın sevgili kulları" için kullanırlar. "Ehl-i kâl" de "Söylediğini yapmayan, söyledikleri yalnız lâfta kalan kimseler" demektir.

Diğer taraftan "hâl ehli" hâl diliyle (lisân-ı hâl), "kâl ehli" ise kelimelerle konuşur, anlaşır. Dolayısıyla şair Belîğî''nin dediği gibi "kâl ehli", "hâl ehli"nin dilini anlayamaz. Çünkü hâl ehli dilsiz (bî-zebân) konuşur:

"Dilimiz anlayamaz sûfî bizim kâl ehli//Bî-zebân söyleşelim var ise bir hâl ehli."

Nâbî''nin (ö. 1712) işaret ettiği üzere, "medrese"ler "kâl ehli"ni, "tekke ve zaviye"ler de "hâl ehli"ni temsil eder. Bu yüzden "kîlükâl"den vazgeçmeden hakikat kitabını okuyup anlamak mümkün değildir:

"Tâ geçmeyince medrese-i kîl ü kâlden//Anlanmaz ıstılâhı kitâb-ı hakîkatin."

Şiir ve atasözlerinden yaptığımız bu nakiller de gösteriyor ki gerek sosyal hayatta gerekse tasavvufî düşüncede "söz"den ziyade "hal ve davranış"lara itibar edilmektedir. Zira söz yaş deriye benzer, ne tarafa çekersen o tarafa süner. Binaenaleyh mühim olan söz değil icraattır. Şair doğru söylüyor:

"Lâfla peynir gemisi yürüse dünyayı peynir alırdı//Yoksulluk ortadan kalkar, bütün fakirler Kârun olurdu."

 

***

ACZİMİN GİRYESİ:

 

EYLEM VE SÖYLEM

Sözüne bakarak denmez kimseye fazilette en üstsün

Eylemin söylemine uyarsa ancak o zaman dürüstsün.

(Li-müellifihî)

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları