Ömer Seyfettin'imiz

Türk devlet yöneticilerinin; obadan saraya geçtikten sonra, kıl çadırlarda, Türkmen obalarında, yayla dağlarında unuttuğu güzeller güzeli Türkçeyi şehrin ortasına, kentin sokaklarına, mahallelerine ve topluma getiren adamdır Ömer Seyfettin.

Ne kadar devlet kurduksa saray yönetimleri de o kadar halktan uzaklaştı. Hâlbuki töre böyle değildi. Türk hakanları halkan ayrı iş tutmaz, yılda bir kere otağını yağmalatırdı. "Benim neyim varsa sizin, sizin neyiniz varsa benim" felsefesiydi bu.

Yok, birbirimizden ayrımız gayrımız, işimiz "kutlu töreye" hizmettir anlayışıydı.

Kıl çadırlardan saraya geçince yöneticilerin hem dili, hem sözü, hem de bakışı değişti.

Eğitim dilini Türkçe yapmadılar.

Yabancılarla evlendiler.

Yetmedi, gene yabancılardan saray memuru yetiştirdiler.

O da yetmedi, kendilerini koruyacak devşirme asker peydahladılar.

Biz Türkler, kurucu toplum, dimimizle, sazımız, sözümüz ozanlarımızla kendi kabuğumuza çekildik, beylerimiz sarayda bizden habersiz, başka dünyalara daldı.

Eğitim dilini Arapça-Farça yaptı.

17-18. yy. İngiltere, Almanya, Hollanda, Fransa gibi ülkeler her nere gittiyseler, kimi sömürge ettiyseler, hepsine kendi dillerini öğrettiler. Halen daha bu sömürgeler bağımsızlıkların kavuşmuş olsalar da eski efendilerinin dilini konuşuyor.

Bizim eğitim dilimiz Arapça-Farsça karışımı iken, o ülkelerin eğitimleri kendi dillerindeydi. Bu sebeple orada eğitim dili aynı zamanda bilim dili oldu.

Günün birinde genç bir teğmen Ömer, Selanik'te "Genç kalemler" Dergisi'nin kurulmasına öncülük etti ve dedi ki: "Gelin bir inkılap yapalım. Bırakalım bu Osmanlıca denilen dili bırakıp kendi dilimizle yeni bir bir başlangıç yapalım."

Yaptılar.

Bu hareketin adını ne hazindir ki "Yeni Lisan" koydular.

Halimize bakar mısınız?

Halbuki ne yenisi?

Osmanlı devletini kuran lisanın ta kendisiydi bu. Ancak uydurma lisan, bizimkinin yerini çoktan işgal etmişti ve bizimki artık "Yeni Lisan" olacak hale gelmişti.

Türk hikâyeciliğinin en önemli ustalarından olan bu kıymeti ölçülmez insan, öldüğünde yalnızdı. Ve kıymet bilmez bir toplum olan bu ülke, bu devlet, bu halk, bu aydın taifesi, her zaman olduğu gibi Ömer Seyfettin'in varlığını unuttu. Bir hastane köşesinde uzun süre yattıktan sonra öldü.

Cesedini almaya gelen olmadı.

Baktılar ki kimsesi yok, aydınını, sanatçısını tanımayan tıp fakültesi, cesedini öğrencilere kadavra olarak verdi. Eğer o günkü gazetelerden bazıları fotoğraflarını yayınlamasaydı, tanıyanlar hastaneye koşmayacaktı.

Koştular, sahiplendiler.

Geç kalmışlardı.

Geriye kalan ceset parçalarını götürüp gömdüler.

Siz bu vurdumduymazlığa, bu insanlığın bir köşede unutulmuşluğuna sözüm ona Türk Milliyetçilerinin vefasızlığı da diyebilirsiniz.

Çünkü bunu hak ediyorlar.

Bugün de aynıyız.

Hangi gazetede ölümü hatırlandı?

Yanlış anlaşılmasın, sadece Ömer Seyfettin'in ölüm yıldönümü değil, hiçbir kıymetimizden haberimiz yok.

Hangi tv belgeselini yayınladı?

Hangi ..?!

Burada kalsın, gerisini ne soruyorum ne de  yazmıyorum.

NOT: Bilge Yayın Evi, gazetemiz yazarlarından Arslan Tekin'in kaleminden "Türk Ülküsü" adıyla rahmetli Ömer Seyfettin'i anlatan bir kitap göndermiş. Güzel bir çalışma. Okuyorum. Okumanızı tavsiye ediyorum.

 

dfs-004-001-011.jpg

Yazarın Diğer Yazıları