Kur’ân’ın önünü Kur’ân’la kesmek!

İsrail’in 30 Mayıs 2010’da Mavi Marmara gemisine düzenlediği saldırıda ağır yaralanarak komaya giren 51 yaşındaki Uğur Süleyman Söylemez Ankara’da vefat etti. Erdoğan, Mavi Marmara’nın 10’uncu şehidinin evine gitti, taziye diledi, ruhuna Kur’an okudu.
Ruha okunan Kur’ân’dan elbette rahmetli nasiplenmiştir. Yine okunan Kur’ân’la Erdoğan ve rahmetli Söylemez’in yakınları manevî tatmine kavuşmuş, huzur duyguları yaşamışlardır.
Lâkin bu bahiste Kur’ân, kendinin böyle mi okunmasını isterdi? Kur’ân’ın okunmasından Allah(c.c.) ve Resulünün muradı bu mudur?
“Tecvit” nedir “Tertil” nedir?
Mavi Marmara bahsinde Kur’ân’ı okumaktan neyi anlamamız gerektiği şuuruna varabilmek için o günleri tekrar hatırlamamız gerekiyor.
Peki, o gün orada neler oldu?
“Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım” sloganı ile Gazze’ye yardım malzemesi götüren 6 gemilik filoya, İsrail karasularından en az 60 mil uzakta iken helikopterlerle inen İsrail askerleri sivillerin üzerine rastgele ateş açtı. Ateş sırasında o gün orada 9 Türk vatandaşı şehit oldu, çoğu Türk 60 sivil de yaralandı. Sonra gemiler Hayfa limanına çekildi. Bir İsrail radyosuna göre 610, İsrail kaynaklarına göre ise 360 kişi cezaevlerine kondu. Yaralıların bile elleri kelepçelendi. Dövüldüler, sövüldüler. “Bize silahlı saldırı yapıldı, karşılık verdik” diye de Türk milleti ve dünya ile alay ettiler. Çünkü silah dedikleri mutfak araç gereci çatal, bıçak ve ilk yardım çantalarındaki makas türü alet edevattı. 
Erdoğan o gün, “Yaşananlar alçakça pervasızlıktır. Korsanlar bile belirli ahlak kurallarına uyar. İsrail’in bu insanlık dışı saldırısı mutlaka ama mutlaka cezalandırılmalıdır. Yalan söylemeyi devlet politikası yapan bir devletten soruşturma beklenmemeli. Kimse Türkiye’nin sabrını test etmeye kalkmasın!” diyor, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, o günlerde Başbakanlık Müsteşarı olan bugünün İçişleri Bakanı Efkan Ala, Genelkurmay İkinci Başkanı, Bülent Arınç, Cemil Çiçek ile toplantı üzerine toplantılar yapılıyordu.
Dünya diken üstünde, Türk halkı ise İsrail gibi nevzuhur bir devlet tarafından küçük düşürülmenin ıstırabı içerisindeydi. 
 Erdoğan’ın sorumlu bir kişi olarak peş peşe attığı bu adımlar aslında Kur’ân’ın tertil üzere okunması ile örtüşen adımlardı.. Lâkin ilerleyen saatlerde tertil üzere okumaktan tecvit üzere okumaya doğru bir seyir başlayıverdi.  “Özür” dilenecek dendi, “Tazminat ödenecek” dendi.
İslâm âlemi ve Türk milleti olarak beklemeye başladık!
Ve bir gün bize, “İsrail Mavi Marmara için özür diledi, tazminat da ödenecek”  dendi, şaştık kaldık. “Yahu” dedik, hani özrün metni, hani o metnin altındaki ıslak imza... Hadi bunlar yok, hani İsrail Başbakanı yahut Cumhurbaşkanının özür dilediğini gösterir ses kaydı? Bunların hiç biri yoktu. Araya ABD girmiş, telefon konuşması yapılmış, İsrail özür dilemiş, bir başbakan bir de Obama duymuş.. 
Bari dedik, o telefon konuşmasının ses kaydını duysaydık.
O gün bugündür o da yok..
Aradan dört yıl geçti. O gün yaralanan bir Müslüman Türk evladı daha girdiği komadan çıkamadı, rahmeti rahmana kavuştu. Başbakan da taziye ziyaretine gitti, ölünün ruhuna Fatiha okudu.
Kur’ân yine tecvitte kalmıştı.
Bu, Kur’ân’ı, Kur’ânla etkisizleştirilmek değildi de neydi?
Bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki... İslâm âleminin topyekûn bu halde oluşunun yani Kur’ân düşmanlarının şamar oğlanı haline gelişinin esas sebebi, Kur’ân’ı okumada tecvitten öteye geçememek değil midir?
“Lafz-ı muhkem yalnız anlaşılan Kur’ân’ın 
Çünkü kaydında değil hiç birimiz mananın
Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına 
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına 
İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin 
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.” Diyen Akif işte tam da bunu söylüyordu.

Yazarın Diğer Yazıları