Nev-zuhûr Kavimler ve Kavmiyetçilik

Nev-zuhûr Kavimler ve Kavmiyetçilik
Türkiye’de siyasi İslamcılar, milliyetçiliği ve milliyetçi oluşumları “kavmiyetçi” diyerek ötekileştirmeye çalışırken, en büyük kavmiyetçiliği “cemaat” adı altında yapanları görmezden geldiler. Erkan Göksü’nun analiziyle…

Doç. Dr. Erkan GÖKSU/ ANALİZ

Muhatabına…

“İslamcı” düşünce, siyasî hareket olarak Allah’ın dîninin adını taşıyor olmasının da verdiği rahatlıkla olsa gerek, “İslamcı” adını taşımayan bütün siyasî ve fikrî akımları “İslam dışı” olarak nitelendirdi. Bu konuda en ağır eleştirilere konu olan siyasî hareket ve fikir akımlarının başında Türk milliyetçiliği yer aldı. “Kavim” mefhumunu “millet”, “kavmiyetçilik” mefhumunu da “milliyetçilik”e nispet eden “İslamcı” düşünce, kendisi gibi dinî değil, siyasî bir akım olarak Modern çağlarda ortaya çıkmış olan “Türk milliyetçiliği”ni, İslamiyet’in yasaklamış olduğu “kavmiyetçilik” olarak ilan etti. Üstelik bu eleştiriler, sadece siyasî bir yaklaşım olmakla kalmadı. Müslüman bir insanın, siyasal olarak milliyetçiliği benimsemiş olmasını, hatta milliyet duygusuna sahip bulunmasını bile tekfîr alâmeti sayanlar bile türedi.

“İslamcı”lar, “Mü’min olan iki taife arasında meydana gelecek bir savaş veya çatışmada, onların arasını düzeltmeyi (Hucurât: 9)” öğütleyen bir Âyet-i Kerîme’nin ardından gelen “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. (Hucurât: 10)”, buyruğunu, aynı sûrenin biraz ilerisindeki “Ey İnsanlar. Şüphesiz biz sizi bir dişi ve erkekten yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi şube ve kabilelere ayırdık. (Hucurât: 13)” delîline, “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır. (Rûm: 22) âyetine aldırmadan ya da tevil ederek “Müslüman’ın milliyeti olmaz” şeklinde değerlendiriyorlardı.

Diğer taraftan Hz. Peygamber’in, İslamiyet öncesi Arap toplumunun en karakteristik özelliği olup Hz. Peygamber’in risâletini bile, sadece onun başka bir kabileye mensup olduğu gerekçesiyle reddetme derecesine ulaşan Câhiliyye devri kabileciğini hedef alan sözleriyle; akrabalık bağlarının, bilgisinin ve hatta biliminin (ensâb ilmi) önemine işaret eden sözlerini, mana ve mahiyet itibarıyla birbirinden ayırma zahmetine dahi girmeden millet mensubiyetini dile getiren herkesi “kavmiyetçi” olarak nitelendirdiler.

Hâlbuki “millet” ve “milliyetçilik” mefhumlarının “siyasal anlamda ortaya çıktığı” Fransız İhtilâli’nin İslam ülkeleri ve Müslüman toplumlar arasında yayılmasına ve batıdaki mahiyetinden tamamen farklı, kendine yani doğuya özgü bir şekilde anlam bulmasına kadar kimse doğrudan doğruya “kavim”i millet, “kavmiyetçilik”i de milliyetçiliğe nispet etmemişti. Zira “kavim”, “insan topluluğu” demekti ve aralarında sadece nesep, soy, dil veya coğrafya birliği olan insan topluluklarına değil, herhangi bir amaç birliği veya bağ bulunan her türlü “insan topluluğu”na “kavim” denirdi. Dolayısıyla bir aile, soy veya hanedan bir kavim olarak nitelendirilebileceği gibi, bir şehir veya köy halkı, bir meslek grubu, aynı dine mensup insanlar, bir orduyu oluşturan askerler, bir medresenin öğrencileri, bir hocanın talebeleri, bir mescitte ibadet edenler, kadınlar, erkekler, çocuklar, birlikte yolculuk edenler, hâsılı bir topluluk oluşturan her insan grubu birer kavim olabilirdi.

İnsanların “birbirleri ile tanışmaları için farklı şube ve kabilelere, farklı insan topluluklarına yani kavimlere ayrılması”, insanların “dillerin ve renklerin farklı olması” yüce yaratıcının takdiri, “göklerin ve yerin yaratılması gibi O’nun bir delili” olduğuna göre, bunda bir beis bulunamazdı ve bu işte “bilenler için ibretler vardı”. Hatta “Bizi imtihan için bazımızın derecelerini bazılarımızın üstüne yükselten Allah… (En‘âm, 165)” idi ve dolayısıyla kavimlerden herhangi birinin diğerleri üzerinde hâkim, yönetici veya idareci olması da bir imtihan vesilesi olması münasebetiyle normal ve muhakkaktı. İmtihana tâbi tutulan şey; hâkim, yönetici veya idareci konumuna gelen kavmin, bu konuma gelmek için izlediği yol ve arzu ettiği konuma ulaştıktan sonra uyguladığı yöntem ve tekniklerin niteliği idi. “Bir kavme karşı kininiz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin (Mâide, 5)” diyen yüce yaratıcı, çok net ve kesin bir esas, sebebi ve gerekçesi ne olursa olsun uyulması gereken temel bir prensip belirlemişti: Adalet…

Dolayısıyla mesele, ne kavimlerin mevcut olması, ne de bunlardan birinin diğerlerine göre “üstün”, güçlü, hâkim, yönetici ve idareci olması değil; bunu adaletle yapıp yapmaması idi. Şu veya bu şekilde diğerlerine “üstün” bir konuma, hâkim, yönetici veya idareci konumuna gelmiş olan bir kavim, gerek bu konuma gelirken, gerekse bu konumda iken izlediği yol, uyguladığı yöntem ve tekniklerde adalet karînesine uymuş ise imtihandan kazançlı çıkacağında ve yaratıcı tarafından müjdelenen mükâfata kavuşacağında; adaletsizlik ve zulüm yolunu tercih etmiş ise de “azabı tadacağında” bir şüphe yoktu.

Kavmiyetçilik, işte tam bu noktada anlam kazanıyordu. Zira İslam’ın yasakladığı kavmiyetçilik, mana ve mahiyet itibarıyla, bir kavme yani topluluğa duyulan mensubiyet duygusunun, başka gruplara karşı “üstünlük iddiası”na, başka grupların hak ve hukukuna karşı saygısızlığa, adaletsizlik, zulüm ve sömürgeye dönüşmesi durumuydu.

“Kavim” kelimesinin anlamı, esas itibarıyla “insan topluluğu” olduğuna göre, bu durum, yerine göre bir Arap kabilesinin, sözgelimi Beni Ümeyye’nin (Emevîler) ya da Hâşimîlerin diğer Arap kabileleri karşısında üstünlüğünü iddia etmesi ve onlara karşı haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmasıyla ortaya çıkabileceği gibi; Arapların Acemlere, Mekkelilerin Medînelilere, Beyaz’ın Siyah’a, bir mezhebin diğer bir mezhebe, bir tarikatın diğer bir tarikata, bir cemaatin diğer bir cemaate, bir meslek grubunun diğer bir meslek grubuna vs üstünlüğünü iddia etmesi ve haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmasıyla da meydana gelebilirdi.

“İslamcı” düşüncenin “kavm”i “millet”, “kavmiyetçilik”i ise “milliyetçilik”e indirgemesi, millet mefhumu dışında oluşan kavimlerin ve bu kavimler tarafından yapılan kavmiyetçiliğin farkına varılmasını engelledi. Bu, belki de kasıtlı olarak yapıldı. Zira zaman içerisinde görüldü ki, milliyetçileri kavmiyetçi olarak nitelendiren birçok “İslamcı” grup, bizatihi birer kavim idiler ve düpedüz kavmiyetçilik yapıyorlardı.

O halde neden İslam’ın yasakladığı kavmiyetçilik, sadece millet ve milliyetçilik mefhumlarına indirgenerek mana ve mahiyet itibarıyla kavmiyetçilik yapan sair gruplara/kavimlere dikkat çekilmedi? İslam’da kavmiyetçiliğin yasaklanmasına sebep olan şey, insanlara muamelede, ticarî, siyasî, idarî ve hatta ilmî meselelerde liyakat ve hakkaniyet karînelerini değil de mensup olduğu grubun çıkarlarını ön planda tutmak, bu uğurda gerekirse başka grupların hak ve hukukuna tecavüz etmek, kendi grubu dışındaki insanları küçümseyip görmezden gelmek, üstelik bunu bir hak gibi görerek bu suretle zulüm ve sömürüye sebep olacak bir üstünlük kurmak ise, neden bu cürmü işleyen sair kavimler kavmiyetçilikle itham edilmedi?

Yaşanan son hadiseler, bunu en açık şekilde ortaya koydu. İsimleri farklı olmakla birlikte “İslamcı” kimlikle, İslamî öğelerin bolca yer aldığı argümanlarla kendilerini takdim eden bu “kavim”lerin büyük kısmı, görünürde sadece ve sadece dînî gayeye matuf çalışmalarını, dînen uygun görmedikleri şirketler yerine kendi şirketlerini, medya grupları yerine kendi medya gruplarını, bankalar yerine kendi finans kurumlarını, sendikalar yerine kendi sendikalarını, okullar yerine kendi eğitim kurumlarını, üniversiteler yerine kendi üniversitelerini vs. kurarak devam ettirdiler.

Bir an geldi ki, sadece ve sadece dînî gayeye matuf çalışmalar, siyasallaşmaya başladı. Önceden beri doğrudan parti, siyasî örgüt veya lider adı telaffuz edilmese de en düşük zekâ seviyesine sahip kimselerin bile anlayabileceği dolaylı ve imalı işaretlerle başlayan yönlendirmeler, yavaş yavaş açık ilamlara, hatta destekledikleri siyasî partilerin ve siyasetçilerin koyu propagandasına dönüştü.

İşinin gereğini yapan siyasetçilerin, bu oy ve güç potansiyelinden istifade etmemesi mümkün değildi. İslam âlemi, Muaviye’nin Sıffin Savaşı’nda Kur‘ân sayfalarını askerinin mızraklarına taktırarak başlattığı “Dîn üzerinden siyaset”e zaten alışıktı. Ancak bu defa olay, daha da büyüdü. Yeni trend, “Dînî gruplar/kavimler”, bunların liderleri, bunların yayın organları, bunların her türlü sosyal, kültürel, ilmî, ticarî ve ekonomik vasıtalarıyla yapılan siyasete dönüştü.

Herkes bu durumdan memnundu. Siyasetçiler oy ve siyasî ranta, sözkonusu kavimler ise iktidara kavuşmuş olmanın keyfini sürmeye başladılar. Öyle bir ahenk ve güç birliği doğmuştu ki, bu vaziyet sanki bin yıl devam edecek gibi görülüyordu.

Siyasetçilerin ve iktidarın gücünü arkalarına alan muhtelif dînî gruplar/kavimler, büyüdüler, büyüdüler... Bunlardan bazıları, diğerlerine nazaran daha da büyüdü. Büyüdükçe de önceden beri mevcut olmakla birlikte dikkat çekecek ve rahatsızlığa sebep olacak bir boyutta olmayan “biz” ve “onlar” ayrımı her geçen gün artmaya başladı. Önceden “biz” mefhumunu “Müslümanlar” olarak niteleyenler, bir anda sadece kendi kavimlerine “biz” demeye başladı. Önceden sadece müşrikleri, münafıkları, “laikleri”, “Kemalistleri” ve tabii ki kavmiyetçi olarak nitelendirdikleri milliyetçileri “onlar” olarak nitelendirenler, yavaş yavaş birbirlerine “onlar” demeye başladılar.

Böylece sadece onların bildikleri, alıştıkları “kavim ve kavmiyetçilik” anlayışının dışında nev-zuhûr “kavimler” türemekle kalmıyor, kabul etseler de etmeseler de bu nev-zuhûr kavimlerin kavmiyetçilik dönemleri başlıyordu.

Daha önce de belirttiğimiz üzere buradaki mesele, yeni kavimlerin ortaya çıkmış olması veya bunların zaman içinde güçlenmesi, zenginleşmesi, hatta hâkim, yönetici ve idareci konumuna ulaşmış olmaları değildi. Mesele, bu konuma gelmek için izledikleri yol ve istedikleri konuma ulaştıktan sonra uyguladıkları yöntem ve tekniklerin niteliğiydi. Eğer ellerinde bulunan güç ve yetkiyi, başka kavimlere mensup kişilerin hak ve hukuklarını görmezden gelerek sadece ve sadece kendi kavimlerine mensup kişiler lehine kullanmış, kavmî mensubiyeti her türlü bilgi ve becerinin, hak ve hukukun önüne koymuş ve böylece kavmî bir üstünlük düzeni kurmuşlarsa, işte bunun adı “nev-zuhûr kavimlerin nev-zuhûr kavmiyetçilikleri”ydi.

Netice-i kelâm şudur ki;

İslam tarihinde sayısız örneği mevcut bulunan kavmiyetçi idarelerin neticeleri çok acı olmuştur. Bu, ister bir nesep veya soy kavmiyetçiliği, ister ırk veya millet, isterse mezhep, tarikat veya cemaat kavmiyetçiliği olsun netice değişmez. Zira devlet idaresinde, hakkaniyet ve liyakat prensiplerinin bir yana bırakılarak devlet kapısının sadece ve sadece kendi kavmine mensup kişilere açılmasının, biryandan işin ehlinin görevden uzaklaştırılmasına, diğer yandan liyakatsiz kişilerin mevki ve makam sahibi olmasına sebep olacağında şüphe yoktur. Bu durum bi’l-umûm kurum ve kuruluşuyla birlikte devlet mekanizmasının işleyişini bozacağı gibi, dışlanan kavimlerde oluşturacağı tepki ile keskin kutuplaşmalara ve devlet nizâmında meydana gelecek ciddi sarsılmalara sebep olacaktır.

Böyle bir durumda hangi kavim, hangi kavme karşı galip gelmiş olursa olsun, hangi kavim hangi kavme “haddini bildirmiş” olursa olsun, gerçek manada zarar görenler, devlet mekanizmasında meydana gelen bozulmanın neticesi olarak “herkes” olacaktır. İşin daha kötüsü, bu zarardan sadece hâlimizin değil, istikbalimizin de etkileneceğinde şüphe yoktur.

Nitekim yaşanan son hadiseler, yeni bir kavmiyetçilik şekli olarak ortaya çıkan “cemaat kavmiyetçiliği”nin, ülkeyi ne derece büyük bir felakete sürükleyebileceğini açık bir surette ortaya koymuştur. Esasen Türkiye’de “millet bilincinin” en büyük düşmanı olarak yayılan “cemaatçilik”, her türlü mensubiyet duygusunun ötesinde sadece kendi cemaatine bağlılık ruhuna sahip bireyler yetiştirmek suretiyle, bir yandan “bireysel” düşünceyi tahrip, hatta yok ederken, diğer yandan da mensuplarının zihninde oluşturduğu kalıp, katman veya sınırlar sebebiyle sadece toplumsal hayatı değil, ekonomik ve siyasî hayatı da son derece olumsuz etkilemiştir. Vaktiyle bu “cemaat kavmiyetçiliği”ni neşv ü nemâ bulması için her türlü himaye ve desteği esirgemeyen, buna karşılık kendisi de sözkonusu oluşumların sunduğu bütün nimetlerden azamî derecede istifade eden siyasî iradenin göz önünde bulundurması gereken en önemli husus, bütün bu değerlendirmelerin şu veya bu cemaate değil, top yekûn “cemaatçilik” anlayışı veya ruhuna matuf olduğu gerçeğidir. Unutulmamalıdır ki, bir cemaatin başka bir cemaatten mahiyet ve esas itibarıyla bir farkı yoktur. Dolayısıyla bugün en acı şekilde yaşadığımız olayların tekrarlanmamasının ilk şartı, devlet idaresini her türlü kavmiyetçi yaklaşımlardan uzak tutmak, vaktiyle sadece bir kavme mensubiyeti dolayısıyla icra yetkisi sunulmuşken şimdi tasfiye edilmeye çalışan bir kavim veya cemaatten boşalan yerlere, başka bir kavim veya cemaati değil, hak, hukuk ve liyakat sahibi olan bu milletin çocuklarını ikame etmektir. Aksi takdirde benzer hadiselerin yakın tarihte yeniden yaşanacağı muhakkaktır.