PARİS SEN
Baharın tatlı esintisiyle araya bir gezi yazısı sıkıştırmak istedim; Paris… Güzel şehir. Klasik bir Avrupa başkenti. Koca Eyfel Kulesi, Louvre Müzesi. Sokaklarda soğan çorbası ve taptaze kruvasan kokusu… Binalar neredeyse kartpostaldan fırlamış gibi. Turist akını hiç bitmiyor; dar sokaklarda saklanan galeriler, ilgisiz ama çok sevimli restoranlar, pastel renkli pastanelerle iç içe. Lüks caddelerde ise mağazaların kapısında güvenlik görevlileri, içeride alışveriş yapabilmek için sıra bekleyen insanlar… Herkes biraz film sahnesinden fırlamış gibi. Siyahiler çok havalı, çok tatlılar; yürüyüşleri, tarzları, kendilerine özgü duruşlarıyla hepsi birer rap yıldızı gibi görünüyor.
Ve tabii ki Paris’in olmazsa olmazı kiliseler… Neredeyse her köşe başında bir tane var. Bu ziyaretlerimde dikkatimi çeken bir detay oldu: Artık birçok kilisede mum yerine lambalı sistemler kullanılıyor. Gerçek mumlar ise üç, altı, on, hatta on beş Euroya satılıyor. En pahalısını alırsan dileğin kabul olması garantili! Ben üç Euro verip, beş Euroluk mum yaktım, sonra beş gün boyunca mutsuz dolaştım; “Dilekte sahtekârlık, şimdi ne olacak?” diye. İnsan böyle anlarda garip bir suçluluk hissine kapılıyor. Oysa bizde ne güzel sadaka kutusu var; isteyen çok atar, isteyen az atar. Atmasan bile dile Allah dile. Her halükârda gönül rahatlığıyla dua.
Şanzelize’nin göbeğinde bir binaya Türkiye’yi tanıtan bir reklam panosu asılmış, beni çok gururlandırdı. Emeği geçenlere saygılar. Parisliler artık ayak uydurmuş. Epey değişmişler; eskiden İngilizce dahi konuşmazlardı, şimdi Türkçe bilen bile var. Daha sosyal, daha ılımlı olmuşlar. (Pandemide tüm insanlığın burnu sürtüldü.)
Hava çok sıcaktı. O derecede mağazaların, galerilerin klimasız oluşu bizi perişan etti.. Tam çözemedik, belli ki enerji tasarrufu peşindeler.
Peynir aşığı biri olarak kendimi kontrol edemedim, resmen peynir komasına girdim. Değişik peynirler deneyeyim derken kendimi fazla kaptırdım.. Hamur ve peynir bayramı.
Müzelere gelince; D’Orsay, Louvre… Her birini doyasıya gezmek için günlerce vakit gerek. Bir ressam için paha biçilmez bir deneyim. Hamdolsun yine görebildim. Tabloları çerçeveler güzel göstermiş. Benim tabloları da öyle çerçevelerle sunsak böyle görünürler! Şaka bir yana, sanat haznesi çarpıcı.
Parklar, çimenler, çiçekler… Gerçekten huzur dolu alanlar vardı. Ama o sihirli Paris halkasının dışına çıkınca büyü bir anda sıradanlaşıyor. Sokaklar tarihi dokudan sıyrılıyor, hatta yer yer tedirgin edici hale geliyor.
Ressamlar Tepesi (Montmartre) ise başlı başına bir eser, büyüleyici ve ilham verici. Ama ne olursa olsun insanın kendi ülkesinin yerini hiçbir şey tutmuyor.
“Partir, c’est mourir un peu.”
(Ayrılmak, biraz ölmektir.)
Bu söz, bir yerden ayrılmanın, özellikle de etkileyici bir yolculuk sonrası geri dönmenin, insanın içinde bir hüzün bırakabileceğini anlatan bir Fransız atasözü. Alıyorum ülkem için kullanıyorum… Canım vatanım... Allah bizi ayırmasın.
Sarımsaklasak da mı saklasak…
ADİ İSTİSMAR
Laf Sok-rates
SINAV
Tribal enfeksiyon
Tatiiil
Toksik
Manda bile yuva yapmış
HERMES Mİ, KERMES Mİ?
PARİS SEN









