PARTİ DEVLETLERİNİN SONU / Prof. Dr. Yümni SEZEN

PARTİ DEVLETLERİNİN SONU / Prof. Dr. Yümni SEZEN
Dünya siyasi partilerle tanıştığından beri, bazen bu partiler, eski krallıkları, padişahlıkları aratacak yollara girip, kendi partisini, ideolojik bir muhteva ile egemenlik kurarak devletleştirmeye çalışmışlardır.

Bu karakterdeki düzene parti devletleri diyoruz. Kıtalar arası bol örnekleri olmuştur. Özellikle Avrupa’da, Hitler, Mussolini, nazi ve faşist partileriyle, bilinen örneklerdir. Franko’su, Tito’su ve benzerleri de böyledir. Lenin ve Mao’yu ayrı mı değerlendirmelidir? Partilerinin zaten tek olmasından, toplumlarının bütününü ilgilendiren bir ihtilal yapısından, ideolojinin dışarıya da ihracı söz konusu olduğundan farklı sanılabilir. Fakat konumuzun sınırları içinde, tek parti devletidirler. Şunu önceden belirtmeliyim ki, değerlendirmemiz, doğrudan ve peşinen doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-zararlı açısından ziyade durumu tesbite çalışmak, sosyolojik ve tarihî bir bakış açısı getirmektir. Elbette bizi yargılamaya zorunlu kılanlar varsa, kanaatimizi esirgemeyeceğiz. Parti devletlerinin sonunun, zarar vere vere kaybolup gitmeye mahkûm oldukları, biz söylemesek de bellidir. Yine bir hususu önceden belirtmeliyiz. Devletçi olmakla, yani devletçi bir program uygulamakla, parti devleti olmak, aynı şey değildir. Devletçi olmak, her siyasi rejimde uygulanabilecek bir tercihtir. Belirli bir ideolojiyi egemen kılmak gayesi, olsa olsa çok geri plandadır. Demokratik nizamda da devletçiliğin uygulanması mümkündür. İş görmekte olan ve halka faydalı bir iktisadi devlet teşekkülünü, şu-bu yersiz bahaneyle satarsanız, devletçiliğe karşısınızdır ve fakat bunu benimsediğiniz ve halka dayatmak istediğiniz bir ideoloji için yapabilirsiniz, onu korur, geliştirir ve arttırırsanız, demokratik nizama bağlı ve aynı zamanda devletçisinizdir. Birincisinde parti devletisinizdir, çünkü bunu devlet gücüyle ve devlet için yaparsınız, ikincide demokrasi içinde ve halk için yaparsınız.

Tahlilimizde, dışarıdaki örneklere başvurmakla beraber, Türkiye’ye odaklanacağız. 2020 yılına kadar uzanan dönemleri, yedi dönem, yedi merhale olarak alıyoruz. Din-iktisat-siyaset birlikteliğini başa alarak, bu dönemleri şahıs veya parti adlarıyla zikretmek mümkündür. Atatürk dönemi, İnönü dönemi, Menderes-Bayar ya da Demokrat Parti dönemi, 1960 (27 Mayıs) darbe dönemi, 1980 darbesi veya Kenan Evren dönemi, Özal dönemi ve nihayet yedincisi AK Parti dönemi. Yüz yıllık yedi dönem.

Atatürk dönemini, Hümanizm ve Türkiye adıyla, 600 sayfalık çalışmanın 340 sayfasını bu döneme ayırarak anlatmıştık (2003, 2005).

Atatürk dönemi, millet olmanın ve yeni devletinin inşa dönemidir. Elbette her şey yokken varedilmiş değildir. Kültürel, sosyal, siyasal donanım, kendi şartları içinde, yakın ve uzak tarihte mevcuttur. Ayrıntılara girmeyeceğiz. Sosyal hayat ve tarihî süreç sebebiyle, hayat devam ediyordu ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeniydi. Millet aynı milletti ama, bu da yenileşmeye uyarak milli kültür toplumu olmaya yönelmişti. Bu dönemde de, bugüne kadar gelen daha sonraki dönemlerde de, belirli karakterler vardı. Bunlardan biri, müslüman kalma ile din ile ilgisiz görünen yeni medeniyete, özel olarak Batı’ya ayak uydurma gayretidir. Bu alan, hep çelişkili ve yer yer çatışmalı geçmiştir. Hedef medeniyettir. Teknoloji, üretim, imalat, fakirlikten kurtulma, medenî usuller, medenî muaşeret kaideleri, akılcılık, medenî hukuk, her dönemde söz konusu olmakla beraber, Atatürk dönemine damgasını vurmuştur. Hedef medeniyettir ama, buraya doğru giden yolculuğun özelliği oldukça değişmiştir. Üç kavramla özetlenebilir: Milli kültür, millet olma, milli devlet. Yenilikler, dinamizm ve devrimler, bunların içindedir zaten. Milletleşmeden medenileşme olamıyacaktı. İdari, iktisadî, fikrî, kültürel bir hayli gelişmeye ihtiyaç vardı ve oldukça gerçekleştirildi. Onlarca, belki yüzlerce misal arasından, bir köşede kalmış, fakat önemli olan bir tanesine bakmamız, meramımızı anlatmaya yetecektir kanaatindeyiz. Anadolu’yu köy köy dolaşıp, türküleri toplayıp kayda geçiren kahramanlar oldu. Bunların başında Muzaffer Sarısözen gelmektedir. Türk Milletinin, sanatı, edebiyatı, zevki, anlayışı insan sevgisi, aşk kudreti, gam yükü, ümitleri, sevinç ve kederleri, nükteleri bu türkülerde saklıydı. Türk’e ait demek olan türkülerin kaybolup gitmesi önlendi. Sarısözen, “Yurttan Sesler” diye bir de radyo programı oluşturdu. Bütün ülkeye yaydı. Bunlar geçmişten beri icra ediliyordu ama, asrın tekniğiyle gün yüzüne çıkarılmasa, arşivlenmese, yayılmasa, milletleşme süreci eksik kalacaktı. Bu, çok misal arasından bir misaldir. Bu işler Atatürk’ten sonra yoğunlaşmıştı ama, ruhunu o dönemden almıştı.

Köye, yani halkın esas kaynağına, hemen hemen ilk defa cumhuriyet döneminde yönelinmiştir. Bunu istismar edenlerin de türemesi gecikmemiştir. Bu da ayrı bir derttir. Daha sonraki dönemlerde köye, salt ideoloji ile veya siyasi amellerle yönelenleri kastediyoruz.

Atatürk döneminde “parti devleti”nden, partinin devletleşmesinden söz edemeyiz. Parti bir müddet sonra kurulmuş, fakat felsefede bir değişiklik olmamıştır. Parti devletinden söz edeceksek, daha sonraki dönemlere bakmalıyız. Atatürk döneminde kurulan partiler, çok partili hayata, yani demokrasiye geçiş denemesidir. Denemede başarılı olunamamıştır. Bilindiği gibi demokrasi ve cumhuriyet, gerek kelime, gerek kavram ve anlam itibariyle aynıdır. Demos+krates, halkın kendi kendini idaresi demek olup, bunun bizim kültürümüzün kavramıyla karşılığı, cumhurun, yani halkın/bütün toplumun kendi kendini idaresidir. Doğal olarak kendi kendini idare, vasıtalarla, teşkilatlarla olacaktır. Cumhuriyet veya demokrasi, saltanat, diktatörlük, tiranlık, monarşi ve oligarşi olmayan demektir. Fakat yine bilindiği gibi, kavramlara yüklenen anlamlar farklı olabilir. Cumhuriyette, halkın, usulüne uygun şekilde oluşmuş kendi kendini idare tarzı yeterliyken, demokraside çok seslilik eklenmiştir. Çok seslilik, kurumlaşmak suretiyle çok partili hayat olmuştur. “Her kafadan ses”i önlemek için grupların (partilerin) kanuni bir düzene bağlanması gerekmiştir. İşte bu partilerden biri zamanla cumhuriyeti/demokrasiyi unutarak ve unutturarak devlet yerine geçebilir ve geçmiştir. Eski veraset ve vesayet dönemlerini aratmıştır.

Devletçilik ile parti devleti aynı şey değildir dedik. Devletçilik modeli, çok tartışılmıştır. Kimine göre adaleti sağlamak için şart olabilir. Kimine göre gelişmemiş ülkelerde, sanayi toplumu olmanın yolunu açmak için gerekebilir. Kimine göre fert-devlet uyumu modelidir. Fakat bazılarına göre oligarşinin yolunu açan bir modeldir. Raymond Aron’a göre demokrasiler bile bir oligarşi karakteri gösterebilir (R. Aron, Demokrasi ve Totalitarizm, s. 76, 77). Şu muhakkak ki, gerek demokrasinin, gerek devletçiliğin, faziletlerinden önce, hemen olumsuzluklarından ve sorunlarından başlamak doğru olmaz. Ne olduğu ve ne olması gerektiğinden sonra arızalar dile getirilmelidir. Devlet olmadan, eskiye gidersek, topluluğa ait bir otorite olmadan, topluluk sürü olur. Ne adalet, ne gelişme ve ilerleme, ne güvenlik olmaz. Yeter ki devlet, yozlaşıp, adaletsizliğin, gelişmezliğin aleti haline gelmesin.

İkinci döneme, İsmet İnönü dönemine bakalım. Atatürk döneminde parti ile siyaset, parti ile devlet eşanlamlı değildir. İnönü döneminde artık parti (CHP) devleti temsil etmektedir. Ülkenin sosyal-siyasi hayatında parti her şey demektir. Altı okun temsil ettiği siyasi program, sosyal-siyasi hayatın umdeleri demektir. Şunu hemen belirtmeliyiz ki, bugünkü CHP’yi değil, klasik CHP’yi, daha açık ifadeyle İnönü’nün CHP’sini müzakere ediyoruz. Bugünkü CHP’yi iyi bilmiyoruz. En azından ben iyi bilmiyorum. Doküman ve delillerim eksiktir. 1950’den itibaren tek başına iktidara gelmediği için, değerlendirmek zordur. İktidara gelmediği süre içinde ne gibi değişiklikler, gelişmeler geçirdiğini araştırıp incelemek gerekir. Muhalefeti değerlendirmek farklı bir şeydir. Biz parti-devlet ilişkisini ve parti devletini tartışıyoruz.

1938’den sonra, Türkiye Cumhuriyetinin yeni devlet modelinde ve temel felsefesinde büyük bir değişme yoktur. Bu modeli ve felsefeyi tek parti benimseyip yüklendiği ve henüz başka parti de olmadığı için, devlete o gün için parti devleti demekte bir sakınca görmüyoruz. Laiklik dışında diğer ilkeleri parti devletçiliği adeta yutmuş gibiydi. Gerçi uygulama, tarihî, sosyal, siyasî, iktisadî, kültürel şartların doğurduğu tedbirler cinsinden bir uygulamaydı ama, siyasi parti ile bunlar bütünleşince iş değişiyordu. Bir yönüyle sosyal devletti. Sosyal devlet milli devletle örtüşebilir. Elbette adalet ve özgürlükleri yitirmemek şartıyla. İnönü döneminde millîlik biraz farklı algılanmaya başlamıştı. Millet ve millilikte iki kavram gizlenmiş gibidir: Kavim ve din. Parti devleti bunları baskı altına almak istiyordu. Bu bakımdan laiklik daha ön plana çıkmış, kavim de ırkçılığa kaçmasın istenmişti. Laiklik konusunda, Atatürk döneminde olmayan şeyler oluyordu. Özel olarak hem de Cumhuriyet Gazetesine, dinden bahseden tefrikalar yapıldığını, buna son verilmesi gerektiğini belirten talimat, Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör tarafından gönderilmiştir. Millî emeller de devletin kontrolündeydi. Bazan milliyetçilerin, aşırılık bahanesiyle yargılandığı olmuştu. 6.1.1941 tarihinde, Matbuat Umum Müdürü bir talimat göndermişti. “Son zamanlarda gazetelerinizde Oniki Ada hakkında taleplerimiz olduğu zehabını verecek neşriyat (yayın) yapıldığı görülmektedir. Bundan böyle bu hususta yazı yazılmamasının, Türkçe siyasi gazetelerin mesul şahıslarına ehemmiyetle tebliğini rica ederim.”

Parti devletlerinde en çok musallat olunan, genellikle de en mağdur olunan hayat tarzı, dinî hayattır. Ya kontrol altına alınır, yönlendirilir, kısıtlanır, ya da boylu boyunca istismar edilir. İstismar edilmesi de mağduriyettir. Toynbee der ki: “Bir kültürün başarısı veya başarısızlığı, halkın dini ile yakından ilgilidir. Bir medeniyet halkın dayandığı dinin nitelikleri ile belirlenir.” (Arnold Toynbee – Daisaku Ikeda, Yaşamı Seçin, 333). Yedi dönemde de dini hayata ait kontrol ile serbestlik arasında gidip gelinmiş, son dönemde iyice istismar edilmiştir. Sistemin, dini reddetmesine kadar gidildiği yerler de olmuştur. Sovyet sosyalist sisteminde olduğu gibi dini reddetmekle de kalınmamış, okullara ateizm dersleri konmuştur. Bizde bunlar olmamıştır. Ancak devletleştirme, dini millileştirme şeklinde uygulanmak istenmiş, sonra bundan da vazgeçilmiş, ortada sadece ezanın Türkçe okunması kalmıştır. Bunun İslama uygun olup olmadığını şu anda tartışmıyoruz. Bu ayrı bir konudur. Devletin dini yönetmesi ve yönlendirmesini müzakere ediyoruz. Bu husustaki samimiyeti yoklamaya çalışabiliriz. Denilmiştir ki, “görüldü ki Türkçe ezan dinleyen aydınlar, seçkinler, yine namaza yaklaşmamışlardı.”

Genel özelliklerden biri, parti devletlerinde, halkta olanları beğenmeyerek değiştirmek, olmayanları zorla yerleştirmektir. Bu özelliğin adına haksız olarak ınkılapçılık (devrimcilik) denmiştir. Devrimcilik farklı bir şeydir.

İnönü döneminde altı ilkenin (milliyetçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik, laiklik, inkılapçılık, devletçilik) en çok aksayan ikisi, milliyetçilik ve halkçılık olmuştur. Halkçılık, devletçiliğin sadece uygulama alanı olmaktan öte geçmemiştir. Halkın gerçek isteklerinin birçoğu yerine getirilmemiştir. Milletleşme döneminin en önemli ihtiyacı olan milliyetçilik bile aksamıştır. Erol Güngör merhumun, dediği gibi, Türk Ocakları, parti dışı odaklanmaları önlemek için feshedildi ve yerine partiye tam bağlı, onun kültür ocağı niteliğinde halkevleri kuruldu (Erol Bingöl, Dünden Bugünden, 11). Parti devletlerinin bu örneğinden hareketle, son dönemde (AK Parti döneminde) partiye bağlı ve bağımlı, ocak, dernek, vakıf çoğalacak, parti devletinin kolları haline gelecektir.

Milliyetçilik, kuruluş dönemi olan birinci dönemde iyi gitmiştir. İkinci dönemde hümanizme ve ne olduğu belirsiz solculuğa kurban edilmiştir. Marksizm, sosyalizm, din karşıtlığı, muğlak bir halkçılık karmaşası içinde algılanan solculuk, gerçekten halkın yararına bir sosyalizasyona dönüşmeyecektir. İnönü algılananlar arasında köprüler kurmaya çalışacak, daha sonraları bunu “ortanın solu” deyip çıkacaktır. Bu işin iktisat cephesine gelince, dünyaca bilinen ve bazı yerlerde uygulanan “karma iktisat”, en samimi ve verimli dönemini, Atatürk zamanında yaşamıştır. Yoksa ne Devlet Demiryolları, ne Şeker Fabrikaları, ne Sümerbank, ne Tekel, ne diğer iktisadi devlet teşekkülleri olmayacaktı. Bunlar, devletin zenginliği ve gücüydü. Güçsüz bir devlet, ne iç-dış güvenliği sağlayabilir, ne adaleti, ne eğitim-öğretimi. Fertlerin çok çeşitli anlayışına, insafına, vicdanına, “özel”lerin heves ve hırslarına bırakılmış bir devlet, devlet değildir. Ancak Marx’ın dediği devlettir. Karma iktisat, her dönemde dibe çökerek de olsa devam etti, ama geliştirilmedi. Niyazi Berkis’in değerlendirmesine göre sonunda CHP, “halkın partisi olmaktan çıkıp, iş adamlarının ve ağaların partisi haline geldi. Halk, yavaş yavaş bu partinin dışında kaldı.” (Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimler, 37, 38). Bugün de aynı şeyi görüyoruz.

İkinci dönemin ikinci kurban bıçağına, yani hümanizme gelince, hümanist deneme, açıkça siyasete yansımıştı. Grek-Roma kültür hamleleri hevesi, ağırlık kazanmaya başlamıştı. Okullara Grekçe, Latince dersleri koymak, köye hümanist zihniyetle girmek, tiyatrolar kurup Milo Vanüs, temiz yüzlü Yunanlı çocuk, kanatla Sarıntrakas, Hameros yüzlü Veyseller yetiştirmek, bu dönemin romantik-ideolojik açılımları oldu (Ali Atayiğit, İnönü Dönemi Eğitim ve Kültür Politikası, 89). Hümanizm, Batılılaşmanın da ön şartı gibi görülüyordu. Hümanizm gerçekte bir (...izm) idi. Yani insanlık değil, insancılık demek olan bir felsefe idi. İnsan, Tanrı dahil her şeyin yerine geçiyordu. Avrupa’da rönesans ve reformun, laisizmin, aydınlanmanın önünü aşan bu felsefe, bizde de olmalıydı. Yunan ve Latin dünyası ve dehası zincirine, Türk hümanizmi de eklenmeliydi. Bu tavır, eğitim-öğretimi de etkileyecek, perde gerisinde maddeci felsefeye doğru sürükleyecekti. Millî diye başlayan devlet, çelişkilere maruz kalacaktı. Millî bir model ve köy kalkınma hamlesi olarak düşünülen Köy Enstitüleri, adeta hırsızlanarak, başka bir noktaya taşındı. Kökleri Atatürk dönemine uzanan, filizlenmesi ve hayat bulması İnönü dönemine rastlayan Köy Enstitüleri, iyi niyetlerle yapılacak bir kültür ve eylem işbirliğiyle kalkınma denemesiydi. Anadolu’nun ihtiyacı olan bir projeydi. Gittikçe eksiklikler tamamlanabilir, gelişme sağlanabilirdi. Fakat öyle olmadı, proje kısa zamanda makas değiştirdi. Marksizm’e uygun bir proje denemesine sokuldu. 10 yıllık uzunca bir hikâyedir bu. Bir ideoloji denemenin, gerçeklerden uzak bir köy romantizminin kalkınmaya dönüşmesi zor olacaktı. İş başında eğitim-öğretim de olsa, gerçeklerden uzaklaşarak, bir öğretmen, kanunla bir köye yirmi yıl bağlanmamalıydı, zaten bağlanamadı. Yapılan araştırma kanunla 3 yıldan fazla köyde kalan öğretmen olmadığını göstermiştir. Maaşın az bir kısmını verip, gelirinin gerisini, ona verilen toprağa veya hayvana bağlayıp, ondan sağlamanın da gerçekçi olmadığı anlaşılacaktır. Birçok meslekten, onu öğretecek kadar haberdar olmasını beklemek de gerçeklere ve asrın uzmanlık asrı anlayışına uygun düşmüyordu. Serbest okuma saatlerinde 12-17 yaşındaki çocuklara, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Zola, Rousseau, Marx, Lenin v.b. okutmak, idealist bir tutum olsa bile, gerçekçi değildi. Bilgi bilgidir, erken de verilse, anlamadan da okunsa, zihin tarlasında bir şeyler hazırlayabilir. Doğrudur. Nitekim bu okullardan, her şeye rağmen değerli insanlar, sanatkârlar yetişmiştir. Fakat Atatürk’e burjuva Kemal diyenler de, İslamın peygamberine Cüce Muhammed diyenler de bu okullardan yetişmiştir. Aslında kalkınma yerine kültür ihtilali peşine düşmüşlerdi. Burada sayılamıyacak kadar konuya ait bilgiyi, yalnız kitabî yoldan değil, yerinde yaşayarak, kalıntıları ve kalanları görerek öğrendim. Programı değişmiş o okullarda yedi yıl öğretmenlik yaptım. Sayıları 21 olan bu okullardan Diyarbakır Dicle İlk Öğretmen Okulunda (1961-64), Balıkesir Savaştepe İlköğretim Okulunda (1965-68) çalıştım. Programları değişmişti ama, yerleri aynı (şehir ve kasabalardan uzakta), öğrenci kaynağı aynı (köylerden) süresi 6 yıl, iş ve tarım faaliyetleri önde, kız-erkek yatılı, kendi yetiştirdiklerini okulda tüketen, dolayısıyla döner sermayeleri ayrı, enstitü zamanından kalma bazı hocaları olan okullarda, çok şey de öğrendim. Buradan yetişen güzide öğrencilerim oldu. Buralara ait üretilen dedikodu ve iftiralara da inanmamak lazım geldiğini söylemeliyim. Ancak, hedefinden saptırılmış, gerçeklerden koparılmış, belirli niyet ve ideolojilere kurban edilmiş bir maziye sahiptiler. Kurucusu siyasi parti olan CHP’yi de, yani devleti de kuşkulandırmaya ve sorunlara boğmaya başlayan bu okulları, yine aynı otorite, revizyona tabi tutmaya başlamıştı. 1946’da, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından ilk dönüşüm icra edildi. 1950’den sonra da yerlerinde devam etmek ve birçok şeyi aynı kalmak üzere ilk öğretmen okullarına çevrildi.

Bu okullar üzerinde neden durduk? Parti devletlerinin dayanaklarından biri okullaşmadır. Genç insanı, hayata bu odaktan baktırmak ve orada önderleri hazırlamak isterler. Hitler, okulla da yetinmemiş, iyice sapıtarak, insan haraları kurmayı denemiştir. Hitler örneğini bir tarafa koyarsak, devletleşmek isteyen siyasi partiler, ideoloji ve siyasetlerine uygun okul türü kurarlar veya mevcut okullardan birini kendi odakları yapmaya çalışırlar. Bugün İmam-Hatip okullarına da, maalesef bu açıdan bakacaksınız. Köy Enstitüleriyle İmam-Hatip okulları mukayese edilebilir mi diyeceksiniz. Acaba? Muhtevadan söz etmiyoruz. Temsil ettikleri dünyalar da farklı olabilir. Metot olarak bakacaksınız, niyet sonuç olarak, bakacaksınız. Parti devletinin ilgisi ve ilişkisi olarak bakacaksınız. Buralar sonuçta gaye ve kalitelerinden saptırılarak öğrenciden ziyade, siyasi-ideolojik mürit yetiştirmek istemişlerdir.

1950’den itibaren 10 yıllık dönem, Menderes-Bayar dönemidir. Çok partili hayat başlamıştır. Gerçi Atatürk döneminde de 1945-46’da İnönü döneminde de çok partiye geçilmek istendi. Uygulama da oldu. Fakat devlet güdümünde kalmış ve uykuya yatırılmıştı. 1950 sonrası, hayat itilimleri aynıdır, kültürel hayatta bir değişme yoktur, parti devleti yerini devlet partilerine devretmiştir. Halkta bir özgürlük havası esmiştir. Bu dönemdeki gelişmeler, artık devrim ruhunun atakları olmaktan ziyade, dünyadaki hızlı değişmelere ayak uydurmak, taklit etmek şeklindedir. Ferdî menfaatlerin açık seçik bu düzenle kendini göstermesi önemli bir artış içindedir.

İlkokulu tek parti döneminde (1948) bitirdim.

Ak saçın alnında bulutlar

Çizmenle çizilmiştir aşılmaz bu hudutlar

Tarihe andaç İnönü

......

Hatırımda kaldığı kadarıyla... Orta okulu ve Liseyi çok partili dönemde, Üniversiteyi 1960 darbesi döneminde bitirdim.

Orta Okul ikinci sınıftayız. Bizi sınıfa topladılar. Birer kâğıt uzattılar. Kompozisyon yarışmasına katılacakmışız. Amerikan Marshall (Marşal) yardımı konusunda bir kompozisyon yazacaktık. Kompozisyon nedir, Marşal ne, Marşal yardımı ne, kim kime yardım ediyor, anlamadan bilmeden 13 yaşındaki çocuk yarışmaya katılıyor. O zaman anlayamadık da, çok sonraları anlayacaktık ki, Amerika Birleşik Devletleri, dostluk ve hâmilik gösterisini, çocuk zihinlerine kadar indirmek istiyordu. Hayranlarından da, Türkiyeyi küçük Amerika yapacağız diye destek alıyordu. Onlar dışarıdan, biz içeriden... Neler yapılmaz ki... Bu dönemde ve diğer bütün dönemlerde de yapılan iyi şeyleri inkâr gibi bir niyetimiz yok. Biz başka bir şeyi tartışıyoruz. Bakış açımızı, siyaset-devlet-halk-fert ilişkilerine çeviriyoruz. Aynı zamanda yapılan iyi şeyler yeterli miydi, yanlış yapılanlar nelerdi, heba edilen zamanlar var mıydı, bunları bilmek gerekmez mi?

Demokrasi başlamıştı ama, devlet üzerindeki niyet değişmemişti. Bu sefer destek doğrudan halktır diye düşünülüyordu. Aksi halde “odunu koysam seçimi kazanır” denmezdi (Menderes’in meşhur sözü). Sonunda anladık ki, hep iktidarda kalmak arzusu, parti devletinin yerine geçecek, onun değişik bir karakteri olacak gibiydi. 1957’den sonra bu niyet iyice belli oldu. Halk desteği azaldıkça, hırçınlaşma arttı. Vatan Cephesi, tahkikat komisyonları bu dönemde kuruldu. Muhalefet liderini (İnönü’yü) taşlatıp kafasını yaralamalar bu dönemde oldu. 1950’den itibaren dışarıya, özellikle ABD’ye çok borçlanılmıştı. Borçla yaşamaya artık alışır hale gelmeye başladık. Yardım ve borç, belli şartlarla veriliyordu. Demiryolu yapmayacak, karayolu yapacaksınız gibi. Petrolü biz değil, onlar çıkaracaktı. Daha birçok şart. Bunların sonuçları görülecek, bugüne kadar uzayacaktır. Kılıç hep belliydi: Yaptırım uygulamak.

Demokrat partinin gençlik tabanı yok denecek kadar cılızdı. Okullaşma yoluna da gitmedi. Asker kesimiyle olumlu ilişki ve sempati kuramadı. Buna rağmen devletleşmeye gitmek istiyordu. İktidardan gitmemek için her türlü yola başvurulması bu demekti. Bunu gerçekleştiremeden bir başka oligarşi tarafından (askerî) darbe ile uzaklaştırıldı, cezalandırıldı.

1960 darbesi ile başlayan dönem, sık sık iktidarların değiştiği, çelişmeli, çatışmalı, sol hareketlerin azgınlaşıp teröre dönüştüğü, bölücü faaliyetlerin cirit attığı 20 yıllık bir dönem. 1960-1980 dönemi ayrıca, başlıbaşına incelenip analiz edilmelidir. Nihayet 1980’de bir başka darbeyle son buldu. Aslında son bulmadı, birçok sorun artarak devam etti. Bu dönem, sosyal-siyasal anlamda, kaş yapayım derken göz çıkarıldığı bir dönemdir. Adalet uygulayalım derken, adaletsizliğin kök saldığı bir dönem oldu. Cemaatlerin, tarikatların, maddî-manevî sömürdüğü bu dönem, gerek dinî gerek iktisadî “merdivenaltı”nın zenginleştiği dönemdir. Siyasi İslamcılığın modern şartlarda tekrar hareketleneceğinin izlerini taşımıştır bu dönem.

Bu dönemin içinde, belki kıyısına doğru oluşan, sonra gelip merkeze oturan Özal dönemi başlamıştır. Altıncı dönem. Bu dönemin bir tipikliği, orijinalliği, farklı bir özelliği mi vardı ki “Özal” ile bütünleştiriyoruz? Elbette öyle. Bu dönem, paranın millilikten uzaklaştırıldığı, küresel afyonuyla başka paralara teslim edildiği, genel iktisadi anlayış olarak da paranın her şey olduğu bir dönemdir. Para bir vasıtadır, paranın dini imanı mı olur, paranın milliliği ve milliyeti mi olur diyenlere deyin ki, başı örtmede bir vasıta olan fesin milliliği, şapkanın gayri milliliği kabul ediliyor da, bir bez parçasından ibaret olan bayrağın milliliği, hatta din ve imanın bir sembolü olduğu kabul ediliyor da, paranın neden olmasın? Niye liraya Türk Lirası diyoruz da dolara Amerikan doları diyoruz? Niye biri çıkarsa biri iniyor? Tıpkı birinin bayrağının yukarı çekilip diğerinin aşağı indirilmesi gibi. Evet, para vasıta olmasına vasıtadır. Vasıtaların kimi millî manevî değerlerin sembolik bir vasıtasıdır, para da emeğin, milli servetin, ürettiğin değerlerin, yediğin içtiğinin bir vasıtasıdır. İşte Özal bunu yıkmıştır. Batının dileği olan, Türkiye’nin federasyona açık olmasını amaçlayarak, milliyeti yıkmak istediği gibi. Niyetten ve uygulamadan dolayı ne işe yaradığı maalesef tartışılabilecek olan Türk Parasını Koruma Kanunu kaldırıldı. Bahanesi de, küresel afyoncuların ucuz bahanesiydi: Kaçakçılığı önlemek. O zaman öne geçmiş olan sigara kaçakçılığını. Madem sigara içiyoruz, bırakın dünyada ne tür sigara varsa gelsin. Türkiye’nin tütünü? Rekabete açılsın. İktisadi seviyeden ve emperyalist bir dünya düzeninden dolayı bu iş, ihracatın değil, ithalatın artmasına yaradı. Üretim değil tüketim arttı. İhracatın azalıp ithalatın artması otomatik olarak üretimin azalmasına, tüketimin de artmasına yol açar. Aldatıcı bir rahatlık başlar. Bunun ise sonucunun ne olacağı ortadadır. Gerçekte rahatlık ancak bazı kesimlerdedir. Bazı kesimler ise cehennemi yaşarlar. Bu macera içinde bu döneme ait sloganlar oluştu. “Benim memurum işini bilir” gibi. Tipik işlemler icat edildi: Hayali ihracat gibi. Hiç unutmam, şimdi rahmete kavuşmuş olan, bir arkadaşım vardı. Çocukluk, ilkokul, ortaokul, liseden arkadaşım, hemşerim Salih Aktaş. Son olarak İstanbul Şişli savcısı idi ve vefat etti. Maraş’ta savcı iken, hayali ihracatçı iki kişiyi tutuklamıştı. Bütün deliller mevcuttu. Bir gün sonra bölgenin başsavcısı Adana’dan telefon etti. Salih, onları bırak. Bırakmadı. İki gün sonra yine başsavcı telefonda, Salih onları bırak, Özal telefonda, istersen sana bağlayayım. Bunu anlatan Salih’e sormuştum: Ulan, bıraktın mı? Bıraktım, dedi. Sosyal araştırmalarda olayların tesbiti ve şekli, hukuki deliller yeterlidir ama, kişisel hatıralar da canlı delillerdir ve bunları desteklerler, diye zikrediyorum.

Bu dönem parti devleti çabalarının değil ama gayrı meşrulukların meşrulaştığı bir dönem olmuştu. Niye? Serbestlik ve özgürlük olsun diye. Ön plan bu, arka planı karıştırmayın. Gerçekte Türkiye, iktisaden daha güçlü ülkeler topluluğu olan Batının kenar mahallesi oluyordu. Bunu içine sindiren de, sindiremeyen de vardı. Derken yedinci döneme AK Parti dönemine geldik. Şu an içinde yaşadığımız döneme.

Her dönem, bir öncekinden bağımsız değildir. Her dönem bir sonrakine olumlu ve olumsuz birçok şeyi miras bırakır. Ama yine de yeni bir dönemdir. İktisat siyasetinin sırf paraya bağlı özelliği artarak devam etmiştir. Para olmaksızın iktisat mı olur diyeceksiniz. Bu, şuna benzer: Can boğazdan gelir, aynı zamanda boğazdan çıkar. Üretimin olmadığı, istikrarın bulunmadığı, işsizliğin sürekli arttığı, hayatını idame ettirmekte uçurumların bulunduğu, adaletsizliğin ve hukuksuzluğun kol gezdiği bir yerde, para ancak can çıkarır, can getirmez. Çünkü hastalıkları başlatır, azdırır ve canlı toplumu cansız kılar. Bütün bunları para mı, yahut AK Parti mi yaptı? Hayır ama, sadece para iktisadına dayalı kötü bir örneğin temsilcisi olursanız, sizi sorumlu tutacakları bellidir. Devletin yıllar içinde biriktirdiklerini özelleştirme adına satmak, para içindir. Sürekli borç almak para içindir. Tarım üretiminden ve hayvancılıktan kaçıp, inşaata yönelmek, hızlı para içindir. Sonra bu parayla ne yapacaksınız? Üretime mi harcayacak, üretim birimleri mi kuracaksınız, tekrar devlete üretici müesseseler mi kazandıracaksınız, yoksa bu paraları, bazılarına mı aktaracaksınız, para ticaretinde mi kullanacaksınız, önemli olan budur. Sonunda iktisadî hayat, para vasıtasıyla krizleri birer birer sıraladı.

Para ticareti, yalnızca ferdi ve grupsal menfaatleri kollamak için mi oluyordu. İşin bir de ideolojiyi (davâyı) beslemek tarafı var. AK Parti, siyasi İslamcılık ideolojisi (davâsı) için iktidara geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devletini, ideolojileri istikametinde dönüştürmek istediler. Para bunun için de gerekliydi. Bu arada oluşan usulsüzlük, yolsuzluk gibi olayları davâ için mi, davâyı kullanıp şahsî-grupsal menfaatler için mi yapanlar oldu, bunu bugüne kadar, 20 yıl içinde anlamak kabil olmadı. Ancak parti devleti kurmak azmi ile bunlar hep paralel gitmiştir, bunu anlamakta zorlanmadık. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin felsefesi, kendi tabirleriyle “reklam arası” gibiydi. Artık müddeti dolmuştu, değiştirilmeliydi. Bu son süreçte oldukça şımarık tutumlar yaşandı.

Şu devlet felsefesini dönüştürmek meselesine bir parantez açalım. Partinin tek başına iktidar olmadan ve uzun süre iktidarda kalmadan, yani devlet gibi olmadan bu dönüşümün yapılamayacağına inanılıyordu. Bir sosyal düzenin ve teşkilatının elbette olumlu olduğu kadar olumsuz tarafları, yanlışları, eksikleri olabilir. Değiştirilmesi gerekenler bulunabilir. Yeniden düzen verilmek isteniyorsa ki insanlık tarihinde ender olaylardandır, uçlardaki grupları haydi bırakalım, diğer muhalif grupları (siyasi partiler v.b.) ve özellikle halkı ikna ederek bunu yapmalısınız. Bunun insanlık tarihimizdeki ve sosyolojideki adı, halka malolmuş islahat, vicdandaki adı hakkaniyete dönmek, sözlükteki adı da babayiğitliktir. Şimdi bunu elzem kılan bir durum yoktur. Ama siyasi iktidar, maksatları çok kompleks olarak bu işe girişti.

Sağduyulu müminlerin değil de iman sarhoşlarının desteklediği ve devletleşmek isteyen bir başka grup, bir cemaat vardı. Bunlar bu iktidardan önce bu işe başlamışlardı. Uzun süre bu iktidarla işbirliği yaptılar. Sonra siyasi iktidar aldatıldık diye vazgeçti ama iş işten geçmişti. Neden mümin yerine iman sarhoşu tabirini kullandık? Karşılarında ağlayanlar bile bunları büyüleyebiliyor, sarhoş edebiliyordu. Çoluk çocuğunun rızkını anlara verebilecek bir saflık veya inanç ispatı içindeydiler. Cihadın (!) tam içindeydiler. Oysa ekip elebaşıları, sinsi, takiyyeyi kalkan edinmiş idi ve bunu farkettirmeden gelişip durdu. Olan bitene rağmen bugün bile tam olarak anlaşılmış olduğundan emin değiliz. Birinin bilerek, diğerinin bilerek-bilmeyerek işbirliği yapması, Türkiye’ye, dinî, millî, ahlakî, iktisadî, hukukî, adlı çok şey kaybettirdi. Birlik beraberlik, güvenlik, ordumuz, hukukumuz, eğitimsiz, bürokrasimiz çok yara aldı. Sonunda iktidarca siyasi çıkmaz anlaşılmış, bu “reklam arası” devletin umdelerine karşı tepkiler azalmış, samimi veya gayrı samimi dönüşler başlamıştır. Partinin devlete dönüştürülmesi azmi, ne olursa olsun iktidarda kalmaya indirgenmiş oldu. Desteğin fazla olup, güçlü olunan dönemlerde parti devleti olma arzusu, desteğin ve gücün zayıflaması, demokrasiye uymasa da illâ iktidarda kalma arzusuna çevrilir. 1950’den sonra D. P. de bunu gördük, şimdi de yaşıyoruz.

Dış görüşlerin nüfûz etmek istedikleri toplumlarda parti devletleriyle ilgi ve ilişkisi nedir? Emperyalist güçler şartlara göre bu iş değişmek üzere, birçok farklı grup seçkinleriyle ilişki kurup onları kazanacaklarına, daha kolay olanı, tek grubun seçkinleriyle ve yöneticilerine nüfûz etmeyi tercih ederler ve öyle etmişlerdir. Darbe dönemleri bu yüzden onlara daha çok kolaylık sağlamıştır.

Siyasi parti, isteklerle gerçek arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmaya uğraşır. Fakat bunu başaramadığında, bölme ve kamplaştırma içinde kendini bulur. İstemese de kendini, bunu yapmak zorunda hisseder. Üstelik ideoloji tutkunluğu bunu tahrik eder. Herkesin desteğini kazanmak çok zor olduğu için bir kısmının desteğini kazanmak daha kolaydır. Bu kesimleri aynı zamanda kendisi desteklemek ve beslemek zorundadır. Kamplaştırma, ötekileştirme çok başvurulan bir ideoloji üslubudur. Bu tavırla, üniversiteliler, aydınlar, sanatkârlar, öğretmenler, polisler, işverenler, hatta asker ve esnaf bile bölünebilir. Bugün yaşadığımız en çok bu durumdur. Yakın geçmişte de yaşamıştık. Bizim camimiz, onlarınki demeye kadar iş varmıştı. Pol-Der, Pol-Bir, Ülkü-Tek, Ülkü-Bir v.s. Manevî dünyanın da, siyaset ve ideolojinin de zaten doğasında bulunan bölünmeyi, parti devletleri bilhassa yönetmekte olabilirler.

Dayanılan ideoloji eğer milliyetçiliğe karşı ise milliyetçilik artık parti devletinin ayakları altında ezilecektir. Bunun tersi de varittir. Atatürk döneminde milliyetçilik partiler üstüydü. Güya şimdi de öyledir ama sözde kalmaktadır. O zaman milliyetçilik, millet kültürünü ve milletleşme sürecini gündemde tuttu, devlet kurdu. Şimdiki ayrılık sebebi olarak görülmektedir. Ya da milliyetçilik, sadece vatan sevgisine ve faydalı işler yapmaya indirgenmiştir. Bu daraltma belli bir siyaseti perdelemek için yapılmaktadır. Son dönemler, ferdi ve grupsal menfaatleri öne çıkardığı için, milliyetçilikle uyumlaşılamamış dönemler olmuştur.

Kusura bakmayın, 100 yılı 11 sayfaya sığdırmaya kalkınca ancak bu kadar oluyor.

Saygılarımla