Pembe İncili Kaftan

Dış politika, hele şu zamanda çok girift, alengirli bir alan! Kim dost, kim düşman, belli değil... “Senin düşmanın, benim de düşmanımdır” demeye imkân yok... En büyük maharet, bunları biri birine karıştırmadan, sadece ülkenin çıkarlarını savunmak ve yürütmek! “Çıkarlar” denince de “milli onura” leke getirmemek de bunların başında... Mustafa Kemal, İsmet Paşa, en muhataralı zamanlarda, böyle yaptılar ve hem çıkarlarımızı hem de saygınlığımızı korudular... Bu ekolün son temsilcilerinden biri, rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil idi; kariyerden diplomat olmadığı halde, “dışarıya kız vermemekle” ünlü profesyonel hariciyecilerin de saygısını kazanmıştı. Kendi deyimiyle, “Sorunları sorun yapmayan” Çağlayangil’e bugün ihtiyaç var!

Ve Babacan 
Ne yazık ki, şimdi onun ve birçok dirayetli, onurlu eski Bakanların, mesela Fatin Rüştü Zorlu’nun mevkiinde Ali Babacan var. Üstelik çapraşık bir zamanda: Genelde de Türk dış politikası çorba; iktidar hangi kıbleye döneceğini şaşırmış durumda!
 “İran konusu” türlü boyutlarıyla Türkiye’yi zorluyor. Geliştirdiği uzun menzilli füzeler,nükleer silahlar, Türkiye için de potansiyel tehlike teşkil edebilir... Fakat PKK’ya karşı ortak bir mücadelede gerekiyor. Buna karşılık, ABD’nin Türkiye’de İncirlik’te konuşlanmış nükleer silahlarla ve Türkiye’nin de desteğiyle, şu sırada İran’a saldırması, kendi milli çıkarlarımıza, ne kadar uyar... Böyle bir durumda, tarafsız kalabilir miyiz? Diğer taraftan İran’la enerji vb.. konularda kendi menfaatlerimiz var. İran’a operasyonu gündemde tutan ABD, kendi çıkarları açısından, Cumhurbaşkanı Gül’ün Ahmedinecad’la yapacağı görüşmeye karşı çıkıyor! Diğer taraftan da Türk Dışişleri Bakanlığı, ABD-İran ihtilafında arabuluculuk yapmak istiyor. Bu, “olmayacak duaya âmin demek” olsa bile doğru bir siyaset!
Ali Babacan, Amerikalıların bu konudaki baskılarına karşı; “Savaş patlarsa, en çok biz etkileniriz. Irak için Türkiye’yi nasıl kullanmadıysanız, İran için de kullanamazsınız... Biz Danimarka değiliz. İran bizim komşumuz. Çıkacak bir savaş bölgede istikrarsızlığa yol açar. En çok da biz etkileniriz” diyor... Çok doğru ve yerinde bır tespit! Sırf Amerika’nın çıkarları için kendimizi ateşe atacak değiliz. İran’dan gelebilecek rejim ve atom tehditlerini kendi başımıza ve “onurumuzu koruyarak” püskürtmek zorundayız!
Fakat bu noktadan sonra “şeytan ayrıntılarda.” Son zamanlarda çok kullanılan bir söz var: “Söz konusu... ise, gerisi teferruattır” gibi!  
İran konusunda “asıl söz konusu”, Türkiye’nin öz çıkarları ise, gerisi, hakikaten teferruattır. Ama bazı “çıkarlarımız var” diye milli onurumuzdan, taviz vermemek şartıyla!

Ziyaret 
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, 14 Ağustos’ta Abdullah Gül’le görüşmek üzere Türkiye’ye gelecek. İki ülke için karşılıklı önemde bir ziyaret. Ama hazret, bu devlet ziyaretlerinde vazgeçilemez, şart olduğu halde “itikadınca”, Anıtkabir’i ziyaret etmek istemezmiş... Bundan önce Suudi Kralı da, aynı sebeple, Anıtkabir’i ziyaret etmemiş ve TC’nin başı ve Başbakanı Kral’ın huzuruna gitmişlerdi...

Diplomatik takiye
Şimdi de, Ahmedinecad’ı hoşnut etmek için bir formül bulunmuş; Ahmedinecad “Anıtkabir”i ziyaret etmemek için İstanbul’a gelecek. Cuma namazını İstanbul’da kılacak ve Gül ile İstanbul’da konuşacak. Yani resmi ziyaret bu nedenle ‘çalışma ziyareti’ne dönüştürülmüş!
Ali Babacan demiş ki: “Böylesine önemli bir süreçte ve böylesine önemli bir ziyaret öncesinde ziyaretin böyle ufak tefek detayları, formatı, şurada olacakmış, burada olacakmış gibi tartışmaları son derece yersiz görüyorum. Ziyaretin özüne ve başarısına gölge düşürecek yaklaşımlar olarak görüyorum. Ziyaretin özüne odaklanmak gerektiğine inanıyorum.” Özrü kabahatinden büyük. Demek ister ki, Atatürk’e ve TC devletine saygısızlık  “teferruattır.” 
Ancak asıl Türkiye ile işbirliği yapmaktan çıkarları olan, İran Cumhurbaşkanı için Anıtkabir bir teferruatsa, Türkler için, hiç feda edilemeyecek bir “onurdur” ...
Eğer Babacan, “Milli Onurun”  anlamını bilmiyorsa, O’na Ömer Seyfettin’in, “Pembe İncili Kaftan” öyküsünü okumasını tavsiye ederim; eğer kitaplığında yoksa ona bir tane takdim edeyim... Belki ders alır.
Bu öykü, Osmanlı padişahı tarafından, Iran Şahı İsmail’e elçi gönderilen Muhsin Beyin öyküsü! Şah kendisini aşağılamak için, huzurunda ayakta tutmak istemesi üzerine bu onurlu Türk elçisi, kendi mallarını satıp, parasıyla satın aldığı, paha biçilmez “pembe incili kaftanı” yere serip, Şahın karşısında bağdaş kurup, üstüne oturduktan sonra, huzurdan temennah etmeden, arkasına bile bakmadan ve kaftanı yerde bırakarak, çıkıp gitmiş! Bilmem Babacan, bu “teferruatın” anlamını, inceliğini anlar mı?

Yazarın Diğer Yazıları