Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi ve Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli - Ozan İşleten

Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi ve Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli - Ozan İşleten
Anlaşılan gerçekler toplumdan saklanmak istenmiştir...

Öncelikle belirtmeliyim ki bu çalışmanın amacı Hoca Ahmet Yesevi’yi Alevi-Bektaşi yapmak ya da Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’yi Yesevi yapmak değildir. Doç.Dr. Bedri Noyan Dedebaba’nın dediği gibi “Ahmet Yesevi de Hz. Pir de önemli birer uludurlar. Her ikisi de ruh yüceliklerini ve şereflerini kendi yüceliklerinden aldılar.”[1]

Hoca Ahmet Yesevi, Hoca Ahmet Yesevi’dir; Hacı Bektaş-ı Veli de Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Aralarındaki doğrudan ya da dolaylı ilişki onların müstâkilliğine zeval getirmez. Her biri kendi çağ ve coğrafyalarının gereğini yerine getirmişlerdir. Yolları arasında büyük benzerlikler olduğu gibi farklılıklar da mevcuttur. Örneğin Hoca Ahmet Yesevi’de bildiğimiz kadarı ile sadece tevella[2] varken Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’de teberra da mevcuttur.[3] Yesevi yolunda Zikr-i Erre (testere zikri) gibi oldukça yorucu ve zor zikirler varken Bektaşilikte hep beraber Nefes okunur ve Gülbank çekilirken niyaz vaziyetinde Allah Allah denir. Gülbank sonunda da hep bir ağızdan Hû denmesi bir nevi cehri (sesli) zikir olarak kabul edilebilir. Her iki yolda da kadın ve erkek bir arada ibadet ederler. Yine her iki yolda da semah ve saz mevcuttur ve her iki yolda da melamet ve harabatilik vardır. Melamet ve harabatilik; dini yaşantıyı gösteriş olur endişesiyle gizlemek, dışarıya karşı kendini süfli biri gibi gösterip kınanmaktır.

Ahmet Yesevi, Bektaşilikte çok önemli bir yere sahip olan dört kapı öğretisini aynı Bektaşilikte olduğu gibi Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat sıralaması ile işlemiş[4] daha sonra bu öğreti Anadolu’da Hacı Bektaş-ı Veli tarafından “dört kapı kırk makam” olarak genişletilmiştir. Diğer yollarda dört kapı öğretisi varsa da Yesevlik ve Bektaşilikten farklı olarak sıralama şerîat, tarîkat, hakîkat ve marifet şeklindedir. İlişkinin yoğunluğuna dair örnekleri çoğaltmak mümkün. Zaten bu konular Hacı Bektaş Vilayetnamesi, Fevâid , Makalât-ı Gaybıyye gibi Bektaşi kaynaklarında gayet açıktır . Bu eserlerin tamamında Ahmet Yesevi ile Hacı Bektaş-ı Veli doğrudan irtibat halindedir. Çeşitli kaynaklarda yazıldığı gibi Ahmet Yesevi 63 yada 73 değil en az 125 bazı görüşlere göre 133 yıl yaşamış olmalıdır. Bunu Türk ozan geleneğinde çok yaygın olan bir davranışı sergileyip, yaşını şiirlerinde not düşmesinden anlıyoruz:
 

Erenlerden feyz ve fetihler alamadım
Yüz yirmi beşe girdim bilemedim
Hakk’ı teala ibadetlerimi yapamadım

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmet[5]

Yesevi’nin doğum tarihini H.476 – M.1083 olarak alırsak ve 133 yıl yaşadığını düşünürsek H.610 – M.1216 yılında Hakk’a yürüdüğünü varsayabiliriz. Bu durumda Hacı Bektaş-ı Veli’nin Ahmet Yesevi’ye yetiştiği kabul edilebilir. [6] Gerek menkıbevi gerekse tarihi birlikteliğimiz olan Hoca Yesevi için geçtiğimiz günlerde profesör unvanlı ünlü bir tarihçimizin “Hoca Ahmet Yesevi Nakşibendi idi” açıklamasına denk gelince bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı duyduk. Anadolu’ya tevella ve teberrayı getiren Hacı Bektaş-ı Veli’nin Sünnileştirildiği ülkemizde söz konusu durum bizi çok şaşırtmamakla birlikte “inançları tekdüzeleştirmek, kendinden gayrısını yok saymak” olarak gördüğümüz bu yaklaşım hakkında birkaç söz etmeden duramazdık.

Bilindiği üzere biz Bektaşiler “Gerçeğe Hü” deriz. Bektaşilikte nefs mertebelerine göre katlı anlatım vardır. Bir söz muhatabının nefsinin mertebesine göre anlamlandırılır ve muhatabı kendi kabı kadarını algılar. Cüneyd-i Bağdadi, kendisine bilginin ne olduğu sorulduğunda “su kabının rengini alır” der. Burada “gerçek”, Hakk olmanın yanında aynı zamanda doğruyu arayıştır. Biz de mümkün olduğunca doğruya yaklaşmaya çalışacağız.

Bu kafa karışıklığının temelinde Fuad Köprülü’nün, ilk baskısı 1919 yılında yapılan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabı ve daha sonra bu konuda yazanların hiçbir yeni araştırma yapmadan burada yazılanları olduğu gibi kendi kitaplarına, makalelerine aktarmalarından ve bazen de bu hatanın bilerek suiistimal edilmesinden kaynaklanıyor. Konuyu açıklığa kavuşturmadan önce bu bilgileri yayanları kişisel gözlemlerime göre kabaca iki sınıfa koyuyorum. Kabaca, diyorum çünkü mesele bazen iç içe geçmiştir.

Gerçekten habersiz olarak çok önce yapılmış bir yanlışı tekrarlayanlar.

Hoca Ahmet Yesevi gibi bir uluyu kendine mâl ederek prim yapmak isteyen çevreler.

Şimdi bu iki kesime ayrı ayrı cevap verelim: Köprülü, İlk Mutasavvıfların birinci basımından sonra yaptığı araştırmalar sonucunda, daha önce ileri sürdüğü bazı fikirlerini değiştirmiştir. Köprülü bizzat kendi ifadesiyle, “evvelce Yesevi tarikatının hüviyetini tamamiyle nakşibendi kaynaklarının gösterdiği şekilde tasvir ettiğini” kaydettikten sonra, Babai, Hayderi ve Bektaşi an''anelerinin Ahmed Yesevi hakkındaki rivayetleri tarihi hakikatlere daha yakın aktardığını Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklobedisi “Ahmet Yesevi” maddesinde düzeltmiş ve bu düzetmeye Fuad Köprülü’nün oğlu Dr. Orhan Köprülü tarafından, eserin Türk Tarih Kurumunca 1976 yılında yapılan üçüncü baskısına yazdığı önsözde yer verilmiştir.[7] Sıradan okuyuculara bir sözümüz yok ancak bilim adamı sıfatıyla gezenlerin hepsi herhalde İlk Mutasavvıflar’ın 1976 yılında Latin harlferi ile yapılan üçüncü baskısını değil de 1919’da eski harfler ile yapılan birinci baskıyı okumuş olmalılar !

Anlaşılan gerçekler toplumdan saklanmak istenmiştir. A’âraf 179’daki tabirle gerçeği aramayanlar ve gafiller kalpleri ile anlamamış, gözleri ile görmemiş, kulakları ile duymamıştır.[8] Fuad Köprülü benzer bir hatayı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli için de yapmış ve daha sonra bu fikrini, ulaştığı yeni belgeler ile değiştirerek yanıldığını belirtmek suretiyle Hacı Bektaş-ı Veli’nin Tevellâ, Teberrâ, On İki İmam sevgisini savunan milli mahiyeti haiz bir tarikat piri olarak Türk Halk Edebiyatı Ansiklobedisi “Abdal” 

Maddesi ve İkdam Gazetesi 26 Eylül 1922 tarihli makalesinde kaydetmiştir.   Ord. Prof. Fuad Köprülü görüşünü yenilediyse, bu birinci kesimin de artık benlik davası gütmeden bilgilerini tazelemeleri gerekir. Şimdi gelelim Ahmet Yesevi gibi bir ulu piri kendilerine mâl ederek prim yapmak isteyenlere... 

Hoca Ahmet Yesevi’nin ilk mürşidi Arslan Baba’dır . Yesevi bir değil birçok hikmetinde de Arslan Baba’dan mürşidi olarak bahsetmiş, başkaca bir mürşidden de bahsetmemiştir.  Arslan Baba’nın Hakka yürümesinden sonra da onunla manevi irtibatının devam ettiğini hikmetlerinde yazmıştır.   Hikmetlerin çoğunun, Hoca Ahmet Yesevi’nin 63 yaşından sonra yeraltına inmesinden sonra yazıldığını biliyoruz. 

Ahmet Yesevi’nin ilişkilendirildiği bir başka kişi olan Yusuf Hamedani’nin de dergâhında cehri zikir ve semah vardı. Bu yoldan iki asır sonra zuhur eden Bahaddin-i Buhari yani Şah-ı Nakşibend, Yusuf Hamedani’nin dördüncü halifesi Abdul Halik Gücdivani’nin maneviyatından (üvesysi olarak) aldığı dersle hafi yani sessiz zikri esaslandırdı ve Nakşibendilik böyle başladı.  Hülasa, Ahmet Yesevi’nin Nakşibendi olması teknik olarak mümkün değildir çünkü bu tarikatın piriyle arasında iki asır vardır. Hamedani’nin Yesevi Hikmetlerinde hiç geçmemesi de ayrıca araştırılması gereken bir konudur. Eğer buna rağmen Hoca Ahmet Yesevi’yi sahiplenmek istiyorsanız, Ahmet Yeseviyi kendinize değil kendinizi Ahmet Yeseviye uydurmanız gerekir. 

Hoca Ahmet Yesevi’de Bektaşilerin ve Alevilerin inançlarının temel unsurlarından biri olan “Muhammed Ali” kavramı ve 12 İmam inancı mevcuttur. Bunu bugün hâlâ Ahmet Yesevi Türbesinde mevcut olan tarikat sancağından biliyoruz.  Sancakta açıkça “Muhammed Ali nimetullah” yani “Muhammed Ali Allah’ın nimeti” yazmakta, ardından da Hz.Muhammed ve On İki İmam’a adları tek tek sayılarak salavat getirilmekte ve “Hz. Hakk’ın dostu Alevi Şeyh Ahmet Yesevi’nin dergâhının tuğu” ifadeleri yer almaktadır. 

“Muhammed Ali” kavramı “biz de Hz. Ali’yi seviyoruz” benzeri basmakalıp sözlerle geçiştirilemeyecek kadar önemli ve itikadi bir meseledir. Bektaşi-Alevi inancına göre “Muhammed Ali” bir nurdur. Kaynağı’da “ehli sünnet” in kabul etmediği “Ben ve Ali, şanı yüce olan Allah''ın kudret elinde O’na itaat edip O’nu tesbih ve takdis eden bir nur idik. Bu durum Allah, Adem’i yaratmadan on dört bin yıl önce idi. Sonra Allah, Adem’i yarattığında, bu nuru, O’nun sulbüne yerleştirdi. O nur, sulbden sulbe intikal edip Abdülmüttalib’e kadar vardı. Abdülmüttalib’de bu nur ikiye ayrıldı: O nurun bir kısmı ben ve öbür kısmı ise Ali’dir.”  Hemen belirtelim ki sancakta geçen “Alevi Şeyh” ifadesi Ahmet Yesevi’nin Hz. Ali soyundan geldiğini ifade etmektedir. Bugün kullanılan “Alevilik” manasında değildir. Rivayete göre Hoca Ahmet Yesevi’nin soyu Hz.Ali’nin oğlu Muhammed Hanefi’ye dayanır. 

Hoca Ahmet Yesevi’de ibadette kadın ve erkek bir aradadır. Bunu Menâkıb-ı Ahmed-i Yesevî’de yer alan ateş ve pamuk kıssasında berrak bir biçimde görebiliyoruz. Yesevi tekkelerinde kadın erkek (birlikte) raks ederlerdi (zikir eşliğinde semâ ederlerdi). Ansızın Horasan yönünden bir cemâat kırk dervişle birlikte geldiler. Yesevi’ye: “Kadın erkek zikir ve semâ ediyorlar, bu nasıl olur?” diye sordular. Hoca Ahmet Yesevi bir ateşi pamuğa sardı, kutuya koyup ağzını kapattı ve onların eline verdi. Onlar kendi memleketlerine döndüler. Kalabalık bir insan topluluğu içinde (kutuyu) açtılar. Gördüler ki ateş pamuğa zarar vermemiş hatta hiç tesir etmemiştir. Dediler ki: Hâce Ahmed bize bir işâret verdi yani “bizim sohbetimizde kadın erkek işte böyledir” (beraber olmaları gönüllerine zarar vermez) demek istedi. Horasan  Erenleri: “Halîfe Ahmed bizim pîrimizdir” dediler.  Hoca Ahmet Yesevi’de çengü rebap (saz) ve raks (semah) vardı. Bu konuda örnek verilebilecek onlarca hikmet vardır ancak biz iki hikmet ile yetineceğiz: 

Pir-i Mugan (Hak Mustafa) nazar kıldı şarap içtim 
Şibli  Yanglı (gibi) semâ urub ( vurup) cândın keçtim ( candan geçtim) 
Sermest bolup (sarhoş olup) el ü halkdın ( memleketten ve halktan) tanıb ( uzaklaşıp) kaçtım.
Zemzem bolıb (olup) yer astıga kirdim mena ( yer altına girdim işte)  

Muhabbetni (Muhabbetin Câmın (kadehini) içib raks eylegen (eyleyen)

Divaneliğ ( divanelik) makamıga ( makamına) kirdi (girdi) dostlar 
Aç u tokluk sûd u ziyân (kazanç ve ziyan) hiç bilmegen (bilmeyen)
Sermest bolup (kendinden geçip) raks u semâ urdı (vurdu) dostlar 
Hoca Ahmet Yesevi ve Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, her iki pirin Türkçe’ye ve Türk töresine sahip çıkması ve Türk töresinin önemli özelliklerinden biri olan insana insan gözüyle bakabilmesi, eğitim ve ibadette cinsleri ayırmaması, her inanca saygılı olması, çağlarının çok ötesinde bir öngörüye sahip olduklarının göstergesidir ve bu bizlere yeter. Farklılıklarımızı da zenginliğimiz olarak görürüz. Hakka’a yürüyen ruhları mutlu ve sevinçli olsun.  Himmetleri devletimizin ve milletimizin üzerine olsun. Aşk olsun … 
 

 

[1] Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleri ile Bektaşilik ve Alevilik Cilt 1 s41

[2] Tevella, Peygamberin ailesini ve ailesinin soyundan gelenleri sevmek anlamına gelir.

[3] Teberra, Muhammed''in ailesi ve ailesinin soyundan gelenleri sevmeyenleri sevmemek, düşman olanlara düşman olmak demektir.

[4] Diğer yollarda dört kapı varsa da sıralama şerîat, tarîkat, hakîkat ve marifet, şeklindedir.

[5] Namık Kemal Zeybek, Allah’a Aşk ile Ulaş, s. 35

[6] Belkıs Temren, Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, s.50

[7] Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, Gerekli Sadeleştirmeler ve Bazı Notlara İlaveler ile Yayımlayan Dr. Orhan F. Köprülü. 3. Basım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1976

[8] “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” A’râf Suresi 179. Ayet Diyanet Meali

[9]  Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleri ile Bektaşilik ve Alevilik I. Cilt s16
  
[10] Ayrıntılı bilgi için bkz. Namık Kemal Zeybek, Aşk Yolu Hoca Ahmet Yesevi ve Hikmetleri s. 175- 184

[11] Namık Kemal Zeybek, Aşk Yolu Hoca Ahmet Yesevi ve Hikmetleri s15

[12] Namık Kemal Zeybek Arşivi 

[13] İbn-i Hacer el-Askalani “Lisan’ül Mizan” c.2, s.229 / ed-Deylemi “el-Firdevs” c.3, s.332 / Cemalettin Muhammed bin Mekrem el-Ansari “Muhatasar Tarih-i Dimaşk” c.17, s.123 / Menakıb-ı Hüvarezmi s.88 / el-Künci eş-Şafii “Kifayet’üt Talib” s.176 / et-Tüsteri “Şerh-i İhkâk’ul Hak” c.5, s.243-244

[14] İmâm Hüsâmeddîn Hüseyin b. Ali Sığnâkî,  Menâkıb-ı Ahmed-i Yesevî

[15] Şibli Cüneyd-i Bağdadi’nin müridi Mansur ‘un yakın arkadaşıdır. Dar ağacında kendisine gül atanın Şibli olduğu söylenir. Mansur’u elin attığı taş değil Şibli’nin attığı gül yaralar. 

[16] Namık Kemal Zeybek, a.g.e., s. 155