Ramazan latifeleri...

Eskiden radyo, televizyon, cep telefonu, bilgisayar gibi insanı yalnızlaştıran aletler olmadığı için sohbet edilirdi, latîfeler yapılırdı, şakalaşmalar olurdu. Millet olarak latîfe etmekten, şaka yapmaktan hoşlanırdık. Dilimizdeki şakadan anlamak, şakaya gelmek, şaka kaldırmak vb. deyimler zeki, anlayışlı ve hoşgörülü bir yapıya sahip olduğumuzu gösterir. Eşek şakası, latîfe latîf gerek gibi ifadeler ise şakanın kaba ve incitici değil, ince ve gönül okşayıcı olması gerektiğini vurgular. Nitekim Nâbî de meşhur eseri "Hayriyye"de şöyle der:

                "Dediler ana latîfe zürafâ//Ki mahallinde ola cilve-nümâ//Lafzı endek ola ma'nâsı kesîr//İtmeye kimseyi dil-gîr//Bâğ-ı dilden yeni kopmuş gül ola//Gûş iden vasfı ile bülbül ola//Bûy-ı gül gibi aça sîneleri//Sînelerden gidere kîneleri."

                Nâbî'nin söylediklerini bugünkü dille şöyle sıralayabiliriz:

                1- Latife yerinde ve zamanında yapılmalıdır.

                2- Latifenin lafzı az, mânâsı çok olmalı.

                3- Latife gönül kırıcı olmamalı.

                4- Latife gönül bağından yeni kopmuş gül gibi elden ele, dilden dile dolaşmalı.

                5- Latife gül kokusu misali sineleri ferahlatıp gönüllerden kin ve nefreti gidermeli...

                Kültür tarihimiz incelendiğinde "latife"nin sadece sözlü gelenek içinde yaşamadığı, yazıya da dökülmüş olduğu görülür. "Letâif-i Nasreddin Hoca", Lâmiî'nin (oğlu Abdullah Çelebi tarafından tamamlanan) "Letâifnâme"si, Ahmet Mithat Efendi'nin "Letâif-i Rivâyât"ı, Çaylak Tevfik'in "Hazîne-i Letâif"i, Faik Reşad'ın "Külliyât-ı Letâif"i şu anda aklıma ilk gelen latife kitaplarıdır.

                Şimdi sizlere biri sözlü gelenekten, biri de yazıya geçmiş olan latifelerden iki örnek sunmak istiyorum:

Önce kendi köyümden (Mersin/Mut/Sakız Köyü) bir latife... Topuz Musa lakaplı uzun boylu, çam yarması gibi bir amca vardı. Rahmetli çobanlıkla geçinir, Toros yaylalarında koyun güderdi. Her nasılsa bir kış yolu sahile/köye düşmüş. Olacak ya aylardan da ramazanmış. Akşam iftardan sonra evde teravih kılmaya başlarlar. Yat kalk, yat kalk bakar ki namaz bir türlü bitmiyor. Bir selam arasında ceketini çıkarır ve oğluna:

-Oğlum, şu ceketi bir tut, işi inada döktüler, der.

***

Diğer latifemiz de Ahmet Rasim'in "Ramazan Sohbetleri" adlı eserinden. (s. 36-40.) Özetleyerek sunuyoruz:

İstanbul'un âdetlerini pek bilmeyen Anadolulu bir fakir iftar vaktine doğru aç susuz çarşıda dolaşırken bir de bakar ki iki kanadı da ardına kadar açık bir konak... Sofralar hazır, insanlar akın akın girip sofralara oturuyorlar. Bizimki de kendini toparlayıp dalıyor içeriye. Top atılır atılmaz herkes gibi o da iftariyelere saldırır. Sıra çorbaya gelir, onu da içer. Derken "sallî" diye bir ses yankılanır. Kalkarlar, akşam namazını kılarlar.

Bakar ki namazdan sonra kimse dağılmıyor. Anlaşılan diş kirası dağıtılacak. Midesi gibi cebini de doldurur. Derken bir ses daha: Sallî... Hep birlikte teravihe kalkarlar. İmam teravihi hatimle kıldırıyormuş. Adam perişan olur. Hoca selamı verir vermez kendini dışarı atıp bir kahvehane köşesine ilişir ve bir taraftan kendi kendine:

-Bilmediğin yere niye girersin be adam diye homurdanıyor, diğer taraftan da etrafta konuşanları dinliyormuş. Birisi demiş ki:

-Hiçbir şeye yanmıyorum, kaza da edemedim ona yanıyorum.

-Hayrola…

-Geçen yıl bir teravih kaçırmıştım da...

Bizimki dayanamaz ve lafa karışır:

-Amca, ne yan, ne de kaza et. Senin geçen yıl kaçırdığın teravih bugün beni yakaladı..."

İyi ramazanlar efendim...

***

ACZİMİN GİRYESİ:

 

SEVGİ ve GÖNÜL

Eskiden  elbiseler  genişti, tabii  ki  gönüller  de...

Giysiler daralınca, sevgiye yer kalmadı gönüllerde.

                                                          (Li-müellifihî)

Yazarın Diğer Yazıları