'Rusya, Mavera-yı Kafkas ve (daha da!) Ötesi'

Dün bu köşede Yağmur Atsız Bey'in bir notunu vermiştim. O notta 1989'da yazdığı "Kime 'Nyet'  Kime Kısmet!!!" makalesini hatırlatmış, "Rusya Kafkaslar'dan öyle kolay kolay elini çekmez; çekerse kendine ihanet etmiş olur!" demişti. Yağmur Bey'in Türkçe hassasiyetini bilirim. Kelime oyunu yapıyor. "Nyet" bizde "niyet", Rusçada "hayır" anlamına gelecek şekilde okunur.

Yağmur Bey'e "Rusya Kafkaslar'dan öyle kolay kolay elini çekmez; çekerse kendine ihanet etmiş olur!" sözünü açabilir miyiz, demiştim. Sağ olsunlar aşağıda okuyacağınız değerlendirmeyi gönderdiler. Başlık da kendilerinin. "Mavera" ve "ötesi" arasında da kelime oyunu var. Bu satırdan ötesi Yağmur Atsız'ın:

'Rusya, Mavera-yı Kafkas ve (daha da!) Ötesi'

Eskiler derler ki eğer insan bir çukura mütemadiyen bakarsa an gelir çukur da ona bakmaya başlarmış. 1989'dan sonra Sovyetler Birliği'nin tedricen dağılması üzerine Türkiye ile Güney Kafkasya, yani Gürcistan-Ermenistan-Azerbaycan Bölgesi arasında önce başgösterir sonra gelişir gibi olan ilişkileri işte bu temel üzerinden değerlendirmek yerinde olur. Ancak burada, bazı kimselerin sandığı üzere "çukur" Kafkasya değil Türkiye idi! Yani Türkiye'nin Kafkasya taraflarına baktığı filan yoktu!

Bunun sebebini ise sarahaten ifade etmekden çekinirim, zira o takdirde basın savcısıyla başım belaya girer...Düzayak Türkçesi, gerçi Kafkasya faltaşı gibi gözlerle ve heyecan içinde Ankara'ya bakıp duruyordu ama Ankara'nın pek öyle Kafkasya, Ortaasya, "Atayurdu'ndaki kardeşlerimiz" vesaire gibi "pespaye"(!) işlerle uğraşmaya niyeti yoktu. "Büyüklerimiz" o yıllar ya sapa yerlerdeki otel odalarında milletvekili pazarlığı yapmakla ya da ‚Acaba nasıl etsek de şu ‚Batı Avrupa'nın Yanaşması olma idealimizi gerçekleştirsek?' diye deli danalar misali dönenmekle meşguldüler.

Sovyetler Birliği'nin yıkılması Türkiye için ne anlama gelir sualini ciddiyetle soran ve buna kendince bir cevap bulan tek kayda değer politikacı ise (Hayır, bilemediniz!) Alparslan Türkeş değil (Evet, evet!) Süleyman Demirel'di. Bundan ötürü de o tarihi "Doğu Türk İlleri Turu"nu o gerçekleştirdi. Tarih l990 İlkyazı olmalı...

O ziyaretlerde, ondan bir müddet önce ve bir müddet sonra Azerbaycan'a birkaç kere gidip geldim. Herhalde Peder'in etkisiyle olacak, o yolculukların arefesinde bu Doğu Türk İlleri'ne karşı beslediğim ve bugünki bakışımla ancak ‚aşırı romantik' kelimeleriyle tanımlayabileceğim duygu ve düşüncelerimin ne kadar safiyane, ki enayice dememek için bu kelimeyi kullanıyorum, nitelik taşıdığını bugün uzun uzadıya anlatmaktan imtina ediyorum. Ne okuyucularımın keyfini kaçırmak isterim ne de bu ileri yaşımda bir melankoli nöbetine tutulmak...

Tek cümleyle özetlemek gerekirse "Rus votkasına öylesine alışmışlardı ki artık bünyelerinin rakıyla bağdaşması imkansızdı." diyeyim de anlayın.

Din/diyanet meselesine gelince ben camilerinde de pek bir kalabalık görememiştim o vakitler...

Ancak bütün bunlara rağmen ortada yine de ilginç bir durum vardı:

Gerek Azeri soydaşlarımız gerekse daha doğudakiler bir şekilde, artık o "şekil" nasıl bir şekil idiyse, yine de Türkiye'ye sanki bir "Gaaib Cennet" gibi bakmaktan geri kalmıyorlardı. Bir tür masal ülkesine adeta...

"Ütopya" kelimesi, belki biliyorsunuzdur, "Yok Ülke" anlamına gelir.

Şimdi düşünüyorum da Doğulu soydaşlarımız için Türkiye muhtemelen bir "ütopya" idi.

Oysa "bizim" taraf, hatta mesela Rahmetli Demirel'in gezisine katılan gazeteciler, kısmen nereye gittiklerinin dahi farkında değildiler. İçlerinden birinin, ‚koca kontenjanı'ndan başyazarlık eden bir hanımın, uçakta dolaşarak birilerine "Şimdi bu Azeriler İngilizce bilmiyorlarsa onlarla nasıl anlaşacağız?" sorusuna cevap aradığını hatırlıyorum.

Ama Azeriler "hazırlıklıydı"lar. Bizimle konuşanları hep Türkçe bilenler arasından seçmiş olmalılar ki hepsiyle mükemmelen anlaşabiliyorduk.

Benim bu bağlamda vardığım sonuçlardan biri şudur:

Ruslar gerçi "zahiren" Kafkasya'yı bırakmak zorunda kalmışlardır ama  ellerini o bölgeden kesinlikle çekmiş değildirler.

En yakın örnek olarak Kırım'da ne olduğunu, kaşla göz arasında oraya nasıl geri döndüklerini gördük!

Kimsenin de gıkı bile çıkmadı!

Hatta bizzat Ukrayna'nın...

Görebildiğim kadarıyla Doğulu Türkler gerçi ilk zamanlarda Türkiye'yi sanki bir mucize beklercesine beklemişlerdir ama Türkiye bu özleme cevap verebilmiş değildir.

Bir acı örnek daha vereyim:

Azeriler ve Ortaasyalılar Kiril Alfabesini bırakarak Latin temelli alfabeye geçme kararı aldıkları sırada henüz bu alfabelerin hangi harflerden oluşacağı belli değildi.

O aylar kendimi paralarcasına çalmadık kapı bırakmadım; istedim ki oralara birkaç yüz, sadece birkaç yüz Türk klavyeli daktilo makinesi yollayalım ve bu mesele kendiliğinden hallolunsun! Çünkü ellerindeki daktilolar tabii ki Kiril harfleriyle idi. Eğer lafıma kulak veren olsaydı bugün bütün Doğu Türkleri aynı alfabeyi kullanacaklardı. Bunun sırf gazete tirajlarına etkisini tasavvur etmek zor değildir. O yıllar Türkiye'deki gazete tirajları yerlerde sürünüyordu.

Bunu bile kimseye anlatamadım. Kendisine bunun için adeta yalvarırcasına başvurduğum bir bakana (evet, bakan!) bana şu unutamadığım cevabı vermişti:

"Biz Turancılık yapmıyoruz."

Bu zatın, o sıra öğrendiğime göre Nuran adında bir tanıdığı varmış. Bunu öğrenince kendi kendime söylenmiştim:

"İyi, sen Turancılık yapma da Nurancılığa devam et!"

Bugün gerek Kafkaslar'da ve gerek Ortaasya'da yine Rusya'nın borusu ötmeye başladıysa bunun müsebbibi bizzat Ruslar değildir. Gerçi onların usta "satranç" oyunculuğu da var ama asıl sebeb Türkiye'nin mıymıntılığı ve dar görüşlülüğüdür.

Bugün durum ne dereceye kadar değişmiştir, bilemiyorum.

Rusya Kafkaslar'dan elini çekmez!

Çünkü klasik emeli olan sıcak denizlere inme hedefinden vazgeçmez.

Sıcak denizlerin ise eğer bir güzergahı Kırım-Istanbul üzeri ise diğeri de Baku-Bağdad üzeridir.

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları