Şair ve imparatorluk

Bugün ne yazsam diye düşünürken, bu yazının konusu elimin altında duruyormuş da bir türlü görememişim. Portekiz’in, ölümünden bu yana, aradan seksen yıl geçmesine karşın bütün dünyanın gizemini çözmeye çalıştığı, üzerine beş roman yazılan şair Fernando Pessoa’nın şiir kitabı. Pessoa’nın şiirleri Türkçe’ye çevrildi, ama ben, Prof. Cevat Çapan’ın Dünya Yayıncılık kitapları arasında çıkan şiir seçkisini (Düşsel ve Gerçek) yeğliyorum. Değerli şair, çevirmen ve eleştirmen Çapan, aynı zamanda Türkçe’ye yapılan şiir çevirilerinin en büyük ustası kuşkusuz. Yorgo Seferis, Ezra Pound  gibi dev şairlerin yanı sıra Pessoa’dan yaptığı şiir çevirileriyle şairin “ruhu”nu Türkçe’mizde olağanüstü başarıyla yansıtıyor.
Meksikalı Nobel ödüllü şair Octavio Paz, Pessoa’yla ilgili yazısında, “Şairlerin yaşam öyküleri olmaz; onların  yaşam öyküleri eserleridir.” diyor.
“Pessoa, kendi adının dışında, Albert Caerio, Alvaro De Campos ve Ricardo Reis gibi üç değişik adla şiirler yazan, her biri için özel bir dünya ve üslup yaratan Fernando Pessoa’nın yaşam öyküsünü bu şairlerden hangisinin yapıtlarına bakarak çıkaracağız?”
Çapan kitaba yazdığı girişte işte bu sorunun altını çiziyor. 1888’de Lizbon’da doğup, aynı kentte 1935 yılında ölen Pessoa, hep gölgelerde gizlendi. Dünya’nın en gizemli şehirlerinden Lizbon ve kıyısından başlayan Atlas Okyanusu, şairi derinden etkiledi. Dört isimle şiirler yazdı, kitaplar yayınladı. Bu isimlerin üçü sanal, (Reis, Campos, Caerio) Pessoa, kendi kurguladığı üç şairden ayrılamaz hale geldi. Nobel ödüllü yurttaşı Jose Saramago, Pessoa’nın bu gizemli bölünmüş kimliklerini çarpıcı bir romanında başarıyla yansıtmıştır. Zaten Pessoa da  “Yola çıkmak, yitirmek ülkeleri” adlı şiirinde bunu anlatmaya çalışmıştı:
“Kimseye ait olmamak, kendine bile!
  Durmadan gitmek sonu olmayan
  Bir yokluğun peşinde
  Ve ona ulaşma isteği içinde”
Ne var ki Pessoa bireyciliğinin karmaşık evreninin yanı sıra, çöken br zamanların büyük Portekiz sömürge imparatorluğunun ardından, ağıt yakan bir şair aynı amanda. İçinde kozmopolitizmle milliyetçilik çatışıyor; kimi zaman uzlaşarak kimi zamansa kavga ederek, biri gerçek diğerleri hayali şair kimliklerini oluşturuyorlar. Şair yitip giden imparatorluğun Lizbon’unda gölge ile ışık deniz ile toprak arasında hiçliğin izlerini sürüyor. Ama “Portekiz Denizi” adlı şiirinde imparatorluk için yakılan ağıta tanık oluyoruz. Okuyalım:
“Ey tuzlu deniz, tuzunun ne kadarında
Portekiz’in gözyaşları var?
Denize açılalım diye kaç ana ağladı,
Kaç oğul boşu boşuna yakardı!
Tek sen bizim olasın diye, ey deniz!
Kaç nişanlı kız ölene dek kocasız kaldı?
Değer miydi bunca çabaya?
Her şey değer, ruh küçük değilse eğer.
Ümit Burnu’nu geçip döneceksen
Göze al aşmayı engelleri, kaçış yok.
Tehlikelerle donatmış Tanrı denizi,
Ona derinlik vermiş ama aynasında da
gökleri göstermiş.”

Yazarın Diğer Yazıları