Şarkılarda yaşayan o sır...

Öylesine garip vakitlerim vardır ki, koyu lacivert semanın altında yalnız bir tekne gibi başımı alıp giderim. Aradığım nedir? Sıcacık bir iskele, insanların oturup yemek yediği bir rıhtım mı, ya da denizle gökyüzü arasında sonsuzlukta bir noktaymışcasına kaybolup gitme isteği mi?
Yine o vakitlerden birinde bir akşamdı... Sazlar ağlamaklı; acem aşiran da sanki kaçıp gizlenmiş ve alacakaranlıktı. Seslenip duruyordu yakaların bahçesinden. Geçmişin biçare şahitleriymişcesine yorgun sandallar, kayıkhanelerinde artık hiç çıkmayacakları seferlere hazırlanıyorlardı. Kimselerin ilgilenmediği bir hüzün geziniyordu Boğaz’ın sularında... Çok küçük yaşlarda tanıştığım bir gizemli ve sürekli hüküm sürdüğüm dünya’yla karışmış işte asıl o dünyanın en yıldızlı karanlığında yapayalnızdım.
Nevakar’ın yüzlerce tekneden yükselen ilahi bestesiyle bütün ufku sardığı geceye doğru ilerliyordum. Üsküdar ile  Yenikapı arasında denizin üzerindeki o ışık, o nur beni çağırıyordu. Belki de Aziz Mahmud Hüdai’nin fırtınalı havada bastonunu vurup suların üzerinden Sultanahmet’e geçtiği kendi adını taşıyan o yolu görmüştüm.
Birden Nevakar can çekişip sustu. Itri, Dede efendi ve Yahya Kemal de öyle. Onların yerine başka bir ses çalındı kulaklarıma: Mehveş Hanım’ın o unutulmaz bestesini söylüyordu Zeki Müren:
 “Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem
  Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem
  Derdimle ufuklarda sönen gün gibi bitsem
  Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem”
Paşa’nın bütün mekanı dolduran sihirli sesi çok çook uzaklardan, çok yakından geliyordu hem de. Sonra yıllar öncesi, Sıraselviler’de Valentino Kulüp’teyiz. Paşa’nın o özel masası, üzerinde bir kristal vazo, tek bir kırmızı gül. Saatler öncesinden Şenol özenle hazırlardı onları. Zeki Müren her gece yaptığı gibi saat 23.15’de gelir, viskisini yudumlarken o delici bakışlarıyla süzerdi çevresini. Kimi zaman hiç konuşmadan çekip gider, bazen de sohbet ederdik. Aralarında “gitsem bırakıp” ın da bulunduğu bir kaç şarkıyı mırıldanırken eşlik ettiğimi anımsıyorum: “N’olurdu ölüm zehrini içseydim elinden. Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem”
Paşa yıllar sonra uzun ve kasvetli yalnızlığın ardından bir televizyon stüdyosundan içecekti o zehri.
Ama ben çoktan unutmuştum şarkıyı. Şimdiyse yeniden dinliyordum, her şey yeniden kendi gerçeğine bürünüyordu. Paşa’nın sesinde bana hem geçmişini, hem de geleceğini açıklayan o sırrı anlatmıştım. Çözülmez bilmeceyi çözmüştüm. Evet, o zamanlar hep kaçıp o uzak yollara gitmek istemiştim. İsmini her kimden işitsem kalbim yanmıştı. O zaman gençtim, anlamıyordum ama şimdi anlıyorum: Aşıklar suçsuz suçlulardır.
O müthiş sır, o yanık kalpler, o büyü o anlatılmaz dünyayla paylaşılması yasaklanan aşkın ta kendisiydi ve gizlendiği dünyada öylesine güçlüydü ki...
Mehveş Hanım’la Zeki Müren bilmeden o sırrın anahtarını vermişlerdi bana.
Aşk “sır” olarak kaldıkça kendi gerçeğini yaratmaya devam edecek, ne dünya ne de insanlar ona meydan okuyacaklar, böylece kahramanları başka dünyalara göçse de o ebediyyen kendi sırrında yaşamayı sürdürecek!
Sazlar ağlarken, insanların güldüğü
Fısıltıların sarmaşıklar ördüğü
İşte o akşam geceye doğru
Şarkılardaki sırrın kendisi oldum.
Ama yine anlatmadım, yine aydınlatmadım. Saint John-Perse yerden göğe kadar haklı:
“Ve şimdi söylemek istediklerimiz söyleyemediklerimiz mi?”  

Yazarın Diğer Yazıları