Son dönemde “terörsüz Türkiye” söylemi, siyaset dilinde yeni bir normalleşme göstergesi olarak sıkça yineleniyor. Özellikle PKK kaynaklı terör üzerinden oluşturulan bu söylem uzun yıllardır ülkenin doğusunda ve büyük şehirlerinde yaşanan korku atmosferinin yok olması umudu ile besleniyor. Ancak bir başka gerçek daha var: Bu söylemlerin gerçekle uyumlu olduğunu varsaysak dahi, başka bir biçimiyle yeniden yüz yüze gelip durmuyor muyuz?
Sınır hattında sessizlik hâkimken, şehirlerin içinde yeni bir “sokak terörü” yükselmiyor mu?
Bugün birçok kentte gençlerin çeteleşmesi, kendi mahallelerinde “bölge hâkimiyeti” kurmaya çalışması, hatta bu grupların sosyal medyada şiddet videolarıyla güç gösterisi yapması artık sıradan haberler haline geldi. Adlarını bilmesek de, neredeyse çizgi film karakterlerinden alınma isimlerle anılan bu yapılar, ironik biçimde toplumun içinde gerçek bir korku üretiyor. O karakterler gibi sevimli de değiller.
Bu gruplar ideolojik değil; çıkar, saygı ve güç üzerinden örgütleniyor. Fakat sonuç değişmiyor: Sokaklar yeniden bir terör diline teslim ediliyor.
Bu tabloyu sadece “asayiş” meselesi olarak görmek, tehlikeyi küçümsemek olur. Çünkü bu çeteleşme, toplumsal dokudaki derin çatlakların yansıması.
Ekonomik sıkışmışlık, işsizlik, umutsuzluk, adaletsizlik hissi ve cezasızlık algısı birleştiğinde, gençlerin bir kısmı için bu gruplar “güç kazanmanın” en kısa yolu haline geliyor.
Bir kısmı görünür olabilmek, bir kısmı hayatta kalabilmek, bir kısmı da çaresizliğini gizleyebilmek için şiddete yöneliyor.
Sokakta adalet arayan, kendi hukukunu kurmaya çalışan bu yeni kuşak, aslında kendince eksik bırakılan bir alanı dolduruyor — hem de şiddet yoluyla.
Üstelik çetelerin cesaretini artıran en önemli unsur, cezasızlık algısı.
Bugün toplumun geniş bir kesiminde “nasıl olsa bir şey olmuyor” duygusu yerleşmiş durumda.
Birini yaralayan, gasp eden ya da silahla tehdit eden kişilerin kısa sürede serbest kalabildiği haberleri, gençler için adeta bir “risk testi” haline geliyor.
Cezasızlık, suçu meşrulaştırıyor; hukuk devleti zayıfladıkça, sokak adaleti güç kazanıyor.
Bu da ülkeyi, farkına varılmadan yeni bir şiddet sarmalına sürüklüyor.
Bugün “terörsüz Türkiye” söyleminin bir yanında devletin sınır güvenliği, istihbarat kapasitesi ve silahlı mücadele kartları duruyor diğer yanında ise şehirlerin arka sokaklarında palayla, sopayla, silahla gezen gençlerin görüntüleri.
Bu iki Türkiye aynı anda var.
Birinde terörün yenildiği iddia ediliyor, diğerinde ise şiddetin yeni bir biçimi kök salıyor.
Asıl çelişki burada.
Devlet, dağda terörü bitirirken, şehirde başka bir terör biçimiyle karşı karşıya kalıyor: örgütlü ama ideolojisiz, organize ama lidersiz bir sokak terörü.
Bu çeteler, ne siyasal hedef güdüyor ne de bir dava adına hareket ediyor.
Onların hedefi sadece “korku salmak.”
Ama bu korku, en az siyasi terör kadar yıkıcı; çünkü toplumun en gündelik alanına, güven duygusuna saldırıyor.
Bir ülke, sınırında değil, sokağında kaybetmeye başlar.
Bugün şehirlerde yaşanan kontrolsüz öfke patlamaları, kavga görüntüleri, linç girişimleri, birikmiş bir güvensizlik duygusunun dışavurumu.
Trafikte, okulda, markette ya da sosyal medyada… İnsanlar artık konuşmuyor; doğrudan saldırıyor.
Bu saldırganlık bir karakter meselesi değil, birikmiş çaresizliğin sonucu.
Çünkü toplum, hukukun işlemediğine, adaletin erişilmez olduğuna inanıyor.
Birçok genç için güç göstermek, hak aramanın tek yolu haline geliyor.
Bu duygunun beslendiği en güçlü kaynaklardan biri de, ne yazık ki popüler kültür.
Her akşam ekrana yansıyan diziler, “adamlık”, “sadakat”, “intikam” gibi temalarla şiddeti meşrulaştırıyor.
Bu yapımlarda sorunlar konuşularak değil, hesaplaşarak çözülüyor.
Bir karakterin elinde silah tutuşu, bir bakışı, bir yürüyüşü “karizma” haline getiriliyor.
Bu estetikleştirilmiş şiddet, gençler için yeni bir “rol modeli” yaratıyor.
Ekranlarda kahraman olan figür, sokakta kolayca “abi”ye dönüşüyor.
Medya burada yalnızca yansıtan değil, aynı zamanda üreten bir aktör.
Şiddeti kahramanlıkla paketliyor, suçu hikâyeye dönüştürüyor, korkuyu eğlence malzemesi yapıyor.
Bu sayede çeteler, sadece sokakta değil, zihinlerde de meşrulaşıyor.
Ama sorun sadece gençlerle sınırlı değil.
Geçim sıkıntısı içindeki insanlar, işsiz kalanlar, borçla ayakta duranlar da aynı öfkenin içinde.
Yıllardır “terörsüz, huzurlu Türkiye” söylemine sığınarak istikrar arayan toplum, artık en küçük haksızlığa bile tahammül edemiyor.
Bir kasiyerle yaşanan tartışma, trafikteki bir korna sesi, komşudan gelen gürültü… Her şey bir anda şiddete dönüşüyor.
Çünkü kimse kendini koruyacak bir adalet mekanizması olduğuna inanmıyor.
Bu güvensizlik, toplumsal çözülmenin en açık göstergesi.
Bugün gelinen noktada Türkiye belki PKK kaynaklı terörün gölgesinden çıkmaya çalışıyor ama şehir terörü denilen yeni bir tehdidin içine doğru sürükleniyor.
Bu, sadece güvenlik meselesi değil; toplumsal bir alarmdır.
Devletin sınır güvenliği kadar sokak güvenliği, istihbarat kadar adalet mekanizması da önemlidir.
Çünkü gençleri çetelerin elinden kurtarmak, silahla değil; adaletle, eğitimle, umutla mümkündür.
Asıl mesele artık “terörsüz Türkiye” değil;
adil, şiddetsiz ve umudu olan bir Türkiye kurabilmekte.
Yoksa dağdaki sessizliği sokaktaki çığlıklar bastırır — ve o zaman kimse gerçekten güvende olamaz