Selamet mi, felâket mi?

Uzun yıllar “barış” beklentisine sokulmuş ve beyinleri “devlete sahip olmanın sorumluluğuna ve mutluluğuna” kapalı, içinde bulundukları güvenlik ortamının Türk müdahalesine ve burada Türk askerinin varlığına dayandığını düşünemez hale getirilmiş insanlar “Haziran sonuna görüşmeler başlıyor” haberi karşısında sevinmesinler de ne yapsınlar? Geçmişi ve Rum’un değişmeyen milli hedefini bilenler için “görüşmeler başlıyor” haberi akla hemen “hangi şartlarda, hangi maksat için”  sorularını getirmektedir. Garantiler devam edecek mi, Kıbrıs’ta asker kalacak mı? Kıbrıs üzerinde Türk-Yunan dengesi korunacak mı gibi sorular da ister istemez geçmişi ve Rum’u bilenlerin aklını meşgul etmekte, uykularını kaçırmaktadır.

Aşikârdır ki bu sorulara hükümetimiz ve görüşmecimiz net bir cevap vermiş değillerdir. Türkiye’den de ziyaretimize gelen sivil ve askeri erkân son zamanlarda kafalarda tereddüt bırakmayacak şekilde göğsümüzü kabartan beyanlarda bulunmuşlarsa da Türk Hükümetinden ve Parlamentosundan bu temel konularda milleti ve dünyayı aydınlatacak açıklamalar yapılmış değildir. “Kazan, kazan” demeçleri, “bir adım önde olma” taktiği de Rumların şaşmayan bir çizgide, “Kıbrıs meşru hükümeti” görüntüsü içinde, “görüşmeler yolu ile” nereye gitmek istediğini bilenler için ürkütücü bir tablo yaratmaktadır.

45 yıldır Rum tarafını desteklemiş olan İngiltere ve ABD’den gelen sesler, yapılan açıklamalar da Türkiye’ye “Rum idaresini Kıbrıs meşru hükümeti olarak tanı, limanlarını aç, Hristofyas gibi barışçı bir lider geldi, fırsatı değerlendir” anlamına gelmekte ve Rum’un siyasetini bilenleri bir o kadar daha endişelendirmektedir.

Soruyoruz ve sormağa devam edeceğiz: İki Toplumlu Federasyon’un oluşumundaki  “kurucu devletler” egemen devletler mi, yoksa Annan Planında öngörülen vilâyetler mi? Rum’a göre bunların, çoğunluğa dayanan üniter bir devlette “idari bir tasarruf”  olarak algılandığı, AB normları gereğince  “genel dolaşım ve yerleşim serbestisi”  altında Rumların eski yerlerine gelme hakkının tanınacağı bir sistem olduğu aşikârdır. Kabul ediyor muyuz? Bunu kabul etmenin sonucu KKTC’nin ortadan kalkması, egemenliğimizden bahsedilmemesidir ve varılacak anlaşmanın “işler” olabilmesi için de 1960’daki toplumsal haklardan soyutlanması gerekmektedir. Hristofyas bunu zaten açıklamıştır. Halka umut pompalayanlar gidişatın bu olduğunun farkında mıdırlar ve bu ümit pompalayışı ile halkın direniş gücünü zayıflatabileceklerinin de farkında- mıdırlar?
Karşılıklı ziyaretler, lokma yemeler, kahve içişler güzel şeylerdir. Bunları 1959-60 Anlaşmalarının arifesinde ve kutlamalarında da yaşadık ancak arkası acı geldi; çünkü karşı tarafın “milli görüşünde” ve siyasetinde bir değişiklik olmamıştı. O günlerde de  “aman dikkat” diyen bizlerin karşısında, Annan Planı döneminde olduğu gibi, (ve şimdi yağmur görmüş salyangoz misali yeniden faaliyete geçen “barışseverler” misali) muhaliflerimiz vardı. Her iki olayda da aldanan ve aldatılan “barışseverlere inanan halkımız” olmuştur.

Başlangıçta sorduğumuz sorulara KKTC makamlarından ve Türk Hükümetinden tatminkâr bir yanıt gelmediği takdirde bilelim ki gidişat selamete değildir, felâketedir. Dost acı söyler. Biz kendimizi hem Kıbrıs’ın hem de Anavatanın dostu olarak görmekteyiz. Kimseyi kızdırmak için konuşmuyoruz. Bir halkın ömür verdiği, Türkiye’nin güvenliği ile ilgili bir namus ve şeref davasında endişelerimizi açıklamak gereğini duyuyoruz; çünkü çıkılan yolun geri dönüşü olmayan bir yol olduğunu görüyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları