Yücel Feyzioğlu / Yeniçağ
Foto: Brigitte ve Frank Gorille
Kırgızistan ile Kazakistan sınırı. Neden bu sınırı çekmişler? Üstelik Almatı’yı MÖ. 700 yıllarında Kırgızlar kurmuş. Kırk oymak birleşerek kurduğu için Kırgızistan kırkların yurdu anlamına geliyor. Kazakistan ise zapt edilemeyen özgür insan yurdu anlamında. 15.yüzyılda bu isim ortaya çıkmış. Bugün batıda Hazar Denizi kıyılarından doğuda Altay dağlarına uzanan dünyada 6. Büyük coğrafya. Türkiye’nin üç buçuk katı kadar... Ovalar, bozkırlar, çöller, çöküntüler, ormanlar, yaylalar ve dağlarla kaplı görkemli bir ülke.
Kardeş kardeşin evine özgürce gitmez mi?, diyorum. Belki de Estay’ın yoluna baş koyduğu sevgilisi Korlan Kırgızistan’da kaldı. Kesmeyin yolunu. Bırakın Estay sınırları aşıp ona ulaşsın, teselli bulsun, gönlünü hoş tutsun. Estay unutulmaz bir ozan, bir aşk ozanı. İrticalen şiir söyleyen, doğaçlama hikâye ve masal anlatan, çalıp çağıran büyük bir halk ozanı.
Belki de bu dümdüz ve güzel yollar Estay’ın aşkı için yapıldı, kim bilir.
GELECEKTE DÜNYANIN EN ZENGİNİ OLMAYA ADAY
Uçsuz bucaksız bozkırlardan geçiyoruz. Sıralı tepeler birbirini izliyor. Her yana hayvanlar yayılmış. Issızlığın ortasında bol topraklı, bol bahçeli bir çiftlik... Çiftlikler arası kilometrelerce... Çevrede başka ev yok. Yapayalnız ne yapar insan bu çiftliklerde? İnsan hüzünleniyor. Belki de hayvanlarla sohbet ediyorlar. Anam da öyle yapardı, her ineğimize, her koyunumuza bir ad vermişti. Hepsi de kendi adını bilir, anam çağırınca gelir, süt vermek için sıraya girerlerdi. Onlarla konuşarak süt sağardı anam. Yardımcısı Güldeste ablaya da öyle sağdırırlardı. Bu topraklardan geçerken anamı anımsıyorum. Bin yıl önce sürülerimizi sürerek buradan göçmüşüz. Ninelerimiz kurut yapmış, pastırma, çeçil yapmış... Anam da yapardı. Gelenek çok eski, o nedenle burada yediğimiz her şey leziz.
Kimi tarlalar yeşil, kimi yerler ormanlık, bembeyaz zirveleriyle yine karşımızda Tanrı dağları. Oradan süzülüp gelen çayların üstünden geçiyoruz. Çayırlıklar bol, düzlükler sonsuz. Çöl denen bozkırlar benim tahayyül ettiğim gibi değil. Daha bereketli. Rehberimiz yol boyunca bilgi veriyor. “Sulama kanalları toprakları verimli hale getirdi.” Meyvesi, sebzesi, kuzusu, danası bol. Rehberimiz Eldiyar: “Kişi başına yıllık 10.500 Dolar düşüyor,” diye açıklıyor. “Sovyet döneminde oturdukları evler tapulu malı oldu herkesin. Kazakistan, coğrafya bakımından dünyanın 7. Büyük ülkesi. İşlemek kaydıyla çiftçilere istedikleri kadar toprak veriliyor. 20 milyon insan bu topraklar için çok az. Doğal zenginliği aşıp taşmış. 80 milyar ton petrol rezervi var, gaz, kömür, altın, uranyum...” Gelecekte dünyanın en zengin ülkelerinin ön sırasında olacak. Ama toprakların % 4’ü Rusya’ya süresiz kiraya verilmiş. 2050 yılına kadar Baykonur’da Ruslarla uzay çalışması yapılacak. Okullarda Kazakça ve Rusça paralel olarak öğretiliyor. “Ruslarla çalışmak Kazaklara daha yakın geliyor,”
İşte bu olmadı Kazak kardeşim, Rus yöneticileri bir adım atmışsa, geri çekilmez bir daha. 1940: Estonya, Litvenya, Letonya’ya girip, 1991 yılına kadar çıkmadığı gibi. Dün Afganistan’a, Azerbaycan’a, Gürcistan’a, Kırım’a, bugün Ukrayna’ya girip çıkmadığı gibi. Unutma: “Sevemez seni kimse, benim sevdiğim kadar...” diyorum. Dilime şarkımızın bu dizesi dolanmış.
İLK SÜRPRİZ...
Otobüsümüz otoban dinlenme tesisine giriyor, hem benzin alacak hem de biz karnımızı doyuracağız. İnsanlar yemek almak için sıraya dizilmiş. Ben de eşimle sıradayım. Aramızda Türkçe konuşurken ilk sürprizi yaşıyoruz. Hesap alan arkadaş güzel bir Türkçe ile: “Türkiye’den mi geldiniz?” diye soruyor. “Evet, siz Türkçeyi nerede öğrendiniz?” diye soruyorum. “Biz Batmanlıyız,” diye cevap veriyor. “Burada işçi olarak mı çalışıyorsunuz?” “Hayır! İşyeri bizim.” Anlatıyor: “Önce büyük amcam 1996 yılında geldi, böyle bir iş yeri açıp akrabalarını getirdi, sonra bir işyeri daha açtı, başka akrabaları getirdi. Birini daha açtı. Şimdi dinlenme tesisleri zincirimiz var. Bütün akraba ve dostlar buralarda çalışıyoruz.” “Gelir, geçim, ev bark durumunuz nasıl?” diye soruyorum. “Çok şükür,” diyor. “Geri dönmeyi düşünüyor musunuz?” Gülümsüyor. “Hayır, yerleştik! Bu rahatı nerede bulacağız? Yılda birkaç kez Batman’a gidip geliyoruz zaten.” “Peki, buraya yerleşmek kolay mı?” diye yine soruyorum. “Şartları var!” diyor. O şartlar nedir, anlatıyor, teyit ettikten sonra yazacağım.
ALMATI SOKAKLARINDA...
Beş saattir yollardayız. Bişkek- Almatı arası 240 km. Almatı’ya 25 km. kala trafik tıkanmış. İki milyon nüfusu var Almatı’nın, ama bir milyon da araba. 2011 yılından beri ekonomik durum hızla iyileşince herkes araba almış. Yollar çok geniş olmasına rağmen adım adım ilerliyoruz. Gerginleşiyorum. Eşim her zaman olduğu gibi, “Dinle dinle!” diye uyarıyor beni. “Bak sürücümüz Dimaş Kutaybergen’in sesini açtı. Hem çevreye bak, hem de dinle.” Kulağı çok iyidir eşimin. Dimaş Kutaybergen’i kaçırır mı? Dünyaca ünlü gepegenç Kazak sanatçıdır Dimaş. Dokuz dilde şarkılarını söylüyor. Bariton sesten en ince soprano sesine çıkabiliyor. Sahnede görüldüğü an binlerce insan kendinden geçiyor. Eğitimli, muhteşem bir sestir. Babası ve annesi de opera sanatçısıdır. Estay şarkılarını Dimaş’tan dinlemek istiyorum...
Dimaş’ın sesiyle giriyoruz Almatı’ya. Konuk evine yerleşiyoruz. Otele “konuk evi” diyor Kazaklar. Bizden daha Türkçe. Orta Asya’daki devletlere “Türkî devletler” diyenlere kızıyorlar. Kimmiş Türkî? Hele o veciz söz haline gelen Haydar Aliyev’in “Biz bir millet iki devletiz” sözleri yok mu? Ona da kızıyorlar. Haklı değiller mi sizce? Biz bir millet yedi devletiz diyorlar.
Yemek yemek için Almatı’nın muhteşem o geniş bulvarlarına çıkıyoruz. Sokaklar insan dolu. Genç sanatçılar her yanda kümelenmiş. Estay şarkıları söylüyorlar. Âşık geleneğinin en büyüklerinden biridir. Korlan ise onun ilham perisi, sevgilisi, yoluna baş koyduğu kadın. Ailesi, yoksul olduğu için Korlan’ı Estay’a vermemişler, Estay da hep Korlan şarkıları söylemiş. Bu şarkılar Kazakları en çok etkileyen şarkılardır hâlâ. Ferhat ile Şirin, Romeo ile Julia ne ise Estay ile Korlan da odur. Sevgilisine kavuşamamanın hüzünlü şarkısı. Estay’a, bir kerecik sevgilisini görme imkânı çıkar. Bir komşu evinde buluşurlar. Ama Korlan kendisi gibi 75 yaşında, eli ayağı tutmaz bir kadındır. Yine de Estay, Korlan’ın kendisine dönmesini ister.
55 yıldır özlediği bu an Korlan’ı da çok heyecanlandırır. Korlan yanıt verir: ‘Saçlarının kokusu, senin o gerdanın, sesimi kesen soluğun, senin o şirin dilin’ diye şarkılar söyleyerek o periyi sen kendi hayalinde yarattın... Kocam ve ailem senin o şarkılarını gerçek sanarak bir ömür boyu bütün ilençlerini üstüme yağdırdılar, eziyet ettiler bana. Yine de minnettarım sana, seni sevdiğime pişman olmadım. Sen bu sevdayı bütün Kazak halkına yaydın. Sana bin teşekkür... Ama dönemem, gelemem, gelemem sana. El ne der sonra?..’
Estay tıkanır, söz bulamaz... Sazı koşturup eline tutuştururlar: ‘Şarkı söyle Estay, aşk şarkıları!..’ Söyleyemez Estay, oracıkta son nefesini verir...
Ünlü Kazak yazarı İranbek Orasbay bu hikâyeyi dram eseri olarak yazar, Bolat Atabayev sahneler, oyun bütün dünyayı dolaşır. Ne yazık ki özel ilgileri olanların dışında kimse tanımaz bizde bu unutulmaz aşk hikâyesini...
AÇILIN KAPILAR ANAYURDA DÖNELİM... (BÖLÜM 2)
Yücel Feyzioğlu
Foto: Brigitte ve Frank Gorille
Bir yanı Tanrı dağlarının beyaz zirveleri, bir yanı göl, bir yanı meyve bahçeleri, verimli vadiler ve düzlükler...
Almatı'nın muhteşem manzaralarına uyanıyoruz. Kent, yatay ve dikey geniş cadde ve hıyabanlarıyla 1854 yılında Rus işgalinden sonra eski şehir genişletilerek yeniden kurulmuş. Geniş kaldırımları, çiçekli yolları, birbirini kapatmayan binaları, yeşil alanları, çağlayan suları, parkları, tiyatroları, opera binaları, müzeleri... Büyüleniyoruz. Kentin en yüksek tepesinde Kök-Töbe Eğlence Parkı, Çimbulak kayak merkezi, spor alanları var. Kentten teleferikle 6 dakikada ulaşılıyor, oradan manzarayı seyretme cazibesini kaçırmayın. Bu kent Kazakistan’ın en büyük kenti. Ülkenin kültürel, ticari ve ekonomik merkezi burası: Almatı. Elmalık anlamına geliyor. Eski adı Alma Ata’ydı. Elmanın ata yurdu anlamında. Bana daha sıcak ve daha anlamlı geliyordu. Almatı adıyla bu zengin anlam biraz daraltılmış oldu. Acaba başkent buradan Astana’ya taşındığı için mi anlamı daraltıldı, bilemiyorum. Belki de Kazakçada başka bir incelik içeriyor.
Zengin bir kahvaltıdan sonra caddelere çıkıyoruz. “Bu kadar büyük ülkeyi, bu kadar zenginliği yirmi milyon insan nasıl gün yüzüne çıkarır?” diyorum. Eldiyar bu soruyu bekliyormuş gibi grubumuzun önüne geçiyor. Kestane ağaçlarının altında duruyoruz. Hava puslu, yağmur kokusu var. “Evet, ülke çok geniş, sayısız insan gücüne ihtiyaç var. Sovyetler Birliği döneminde, özellikle Stalin’in politikaları nedeniyle Kazak nüfusu başka ülkelere göç etti. Bugün Çin, Özbekistan, Rusya, Moğolistan, Afganistan, İran ve Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede önemli sayıda Kazak yaşıyor. Bunların sayısı 4-5 milyon olarak tahmin ediliyor. Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan hemen sonra parlamento Haziran 1992’de bir “Göç Yasası” kabul etti. Bu yasayla, başka ülkelerden Kazakistan’a geri dönecekler için düzenlemeler yapıldı. Maddi destek konusunda kararlar alındı. Bugüne kadar bir milyondan fazla Kazak geri döndü. Bu sayı yeterli değil. Dönüşün hızlanması için hükümetin teşvik paketleri devam ediyor.”
“Nasıl bir teşvik öngörülüyor?” diye yeniden soruyorum.
“İş ve ev garantisi veriyor hükümet. Gelenlere ev alması için karşılıksız para veriliyor, iş yeri gösteriliyor.”
“Kazak olmayanlar da gelip yerleşebilir mi?” diye soruyorum.
“Rusya’dan, Çin’den, Kore’den insanların ilgisi büyük,” diyor.
“Peki, yabancılar için şartlar nedir?”
“Yabancılara teşvik yok ama, bir mülk alanlara, ya da iyi bir emekli aylığı ile gelenlere veya iyi bir meslek sahibi olanlara ve evlenerek buraya yerleşmek isteyenlere şans tanınıyor. Öğrenci olarak gelip yerleşenler de var.”
Kazakistan’a yerleşmenin açık kapıları bunlar. Ama iki devlet arasında bir göç anlaşması yapılırsa göç hareketi daha da kolaylaşacak. Bizim devletten ricam zaman yitirmeden Kazakistan ile bir göç antlaşması imzalayarak kapıları açmak, bin yıl önce başlayan göçü bir miktar geri çevirmektir. Çin ve Rusya’nın nüfus oranını kendi lehlerine çevirmelerine seyirci kalınamaz.
“Saat 6.00’da kalkıp işe yetişmek zor be abi!..”
Yürüyoruz. Kentin çiçekli, ağaçlı geniş caddeleri ve planlı dokusu rahatlatıyor hepimizi. Eldiyar açıklamaya devam ediyor: “Kazakistan’da aylık elektrik gideri 4 Dolar karşılığı Tenge ödenir. Gaz 3 dolar, su 2 dolar, internet 8 dolardır. Aylık gelir 800-1000 dolar.”
Mısır ve Hindistan araştırma gezilerimizde gördüğümüz bir tane dilenciye bile rastlamıyoruz. Her yan tertemiz. Bir şeyler satmak için ya da aşevlerine davet etmek için kimse bizi zorlamıyor. Pazar yerine giriyoruz. Kadınlı erkekli satıcılar var. Tezgâhlar tıklım tıklım dolu. Bizde olmayan cevizler, kabuğunun içinde ikiz bademler, kocaman kavunlar, farklı meyve türleri... Tezgâha yaklaşır yaklaşmaz bizde olduğu gibi, “Buyurun, tadına bakın,” diyorlar. Hepsi çok lezzetli. Babür Şah koca Hindistan’ı alıp imparatorluk kurduğu halde buranın kavununu, kaysısını ve cevizini neden o kadar sevdiğini ve özlediğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Bir grup kadının Posof şivesiyle konuştuklarını fark ediyorum.
“Siz Türkiye’den mi buraya göçtünüz?” diye soruyorum. “Hayır, Ahıska’dan.” Stalin’in 1944 yılında hayvan vagonlarıyla sürgüne gönderdiği Ahıskalı Türklerin 4. Kuşak çocukları. O dili hiç unutmamışlar. Kazakça ve Rusça da konuşuyorlar.
“İşinizden memnun musunuz, iyi kazanıyor musunuz?” diye soruyorum. “İyidir, memnunuz.” “Peki, hiç mi zorluk çekmiyorsunuz?” Kadınlardan biri hemen atılıyor: “Zorluk olmaz mı, sabah saat 8.00’de burada olmak için 6.00’da kalkmak zor be abi! Yoruluyoruz, burada uykum geliyor.”
Evler kendilerininmiş. Kırgızistan’da olduğu gibi Kazakistan’da da fark ettiğim bir şey var. İnsanların ucuz ve iyi beslenmesi sağlanmış, konut sorunu önemli ölçüde çözülmüş. Bir ülkede bu sorunu çözdünüz mü halkın genelini memnun ediyorsunuz.
BİR EFSANEDİR DİLLERDE DOLAŞAN...
Merkez Camiyi ve Yeşil Çarşı'yı ziyaret ettikten sonra tamamen ahşaptan inşa edilmiş ve korunmuş dünyada birkaç kiliseden biri olan Yükseliş Katedrali'ne de ev sahipliği yapan 28 Panfilov Parkı'na yöneliyoruz. Bu park, dünya kentlerindeki en büyük parklardan biri. Önemli özelliği sadece büyüklüğü değil: Unutulmaz bir efsaneye ev sahipliği yapmasıdır. Orta Asya’da Rus adıyla anılan bütün cadde, alan, park ve anıt adları değiştirildiği halde bu parkın adı değiştirilmemiştir. Sebebi ise dilden dile dolaşan büyük bir efsanedir. Efsane şöyle: Hitler orduları ilerlemektedir, Moskova’ya 20 km yaklaşmışlardır. Moskova’nın düşmesi an meselesi. Hatta Sovyet başkentini Almatı veya Bişkek’e taşıma konusu gündeme gelmiş. Stalin Hitler ordularını durdurmak için bir deneme daha yapar. Taşkent’te Timurlenk’in mezarını açtırır, kemiklerini bir tabuta koyup bir jetle Moskova önlerinde ve cephenin üstünde uçurtur. Timur hiçbir zaman bir yenilgi tatmadığı için onun ruhunun Hitler saldırısını durduracağı inancını yayar. Bir yandan da Özbek, Kırgız, Kazak, Rus askerlerinden bir saldırı birliği kurar. Bunlar 28 kişidir. Birliğin başına Kasım 1941'de İvan Vasilyevich Panfilov atanır. Gözü pek bir tümgeneraldir Panfilov. 16 Kasımda birliğine saldırı emrini verir, kendisi de ön saflardadır. 18 Alman tankını havaya uçurur, Hitler ordusunu durdururlar. Panfilov dâhil hepsi vurulur ama Almanların morali fena halde bozulur, Sovyet ordularının motivasyonu yükselir. Alman ordularını yenilgiye götüren başlangıç budur diyorlar. Bu nedenle birçok park, cadde, okul ve alana 28 Panfilov adı verilir. Burada da görüldüğü gibi bizim Güven Parktakine benzer, kaba saba heykeller dikilir. Timurlenk’in tabutu da geri getirilip anıt mezarına konur. Stalin’in Türkistan’da yıkıp harap etmediği anıt mezarlardan biridir. Daha sonra Özbekistan’ı anlatacağım bölümde yazacağım.
Çimkent: Aşk, Geleneğe Kurban Edilir mi?.. (BÖLÜM 3)
Yücel Feyzioğlu
Foto: Brigitte ve Frank Gorille
Almatı’dan ayrılırken Kazakların büyük şairi Abay Kunanbay’ı düşünüyorum. Sevdasını Tanrı dağlarına yazdığında daha on beş yaşındaydı. Sık sık buluştuğu, el ele tutuştuğu, “Senden ayrılamam” sözleriyle yatıştığı ve gönül gönüle kavuştuğu güzel bir kız sevmişti. İlk şiirlerini ona yazmıştı. Büyük yeteneği daha o zaman ortaya çıkmıştı. Ama babasının onu daha doğduğu gün beşik kertmesi yaptığını bilmiyordu. Babası bunu söylediğinde ruhu parçalandı. Geleneklere karşı mı gelmeliydi, yoksa sevdiceğinden ayrılacak mıydı? Büyük bir ikilemin içine yuvarlandı.
Sabredin Çimkent’e varınca anlatacağım.
Şu dünya güzeli ikizler uğurluyor bizi. Bir saatlik uçuşla Çimkent’te olacağız. Çimkent, Kazakistan’ın 3. Büyük kenti. Ama toprak olarak en büyük eyaleti. İpekyolu üstünde ve ne zaman kurulduğu tartışmalı. MÖ. 200 yıllarında kuruldu diyenler var, daha sonra diyenler. O ünlü çok eski kalesi ve kervansaraylarına bakarsanız kuruluşu daha çok eski olmalı.
Bu kent de çeşitli inanç ve kültürlerin kaynaştığı İpekyolu üstünde bir kent. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler, Bahailer, Yahudiler, Krişnalar ve hâlâ çok Tanrılı inancını sürdürenler var ve birlikte yaşıyorlar. Çok inanç bir arada olunca renkli bir kültür doğuyor, birbirini etkiliyor, hoşgörü gelişiyor, kimse kimseye dokunmuyor, eğer radikaller araya sızmazlarsa.
Uçağa binince yan tarafta oturan Kazak çift ile tanışıyoruz. Yeni evliler, kucaklarında bir bebek var. Çimkent’te oturan gelinin ailesi ile bebeği tanıştırmaya götürüyorlar. İşten aştan konuşuyoruz, rahatlar. “Ya kitap?” diye soruyorum. Az okuyorlarmış, canım sıkılıyor, gözlüğümü silerken arkadan bir hostes hanım peçete uzatıyor: “Buyur abiciğim.” Bu abiciğim hitabını hep duyuyorum, çok sıcak geliyor bana. Söyleşimize o da katılıyor, muhabbetimiz şenleniyor.
Gökyüzünü kaplamış iki bulut arasından uçuyoruz. Tanrı dağları bütün bulutları delip zirvelerini mağrurca yukarı dikmiş. Bir saat boyunca bu zirveleri izliyoruz.
İnip Çimkent’e girdiğimizde ilk dikkatimi çeken bir levha oluyor: “Kel Balalar Okulu” Gülümsüyorum, ne kadar sıcak bir isim. Kiril alfabesini okuyorsanız, bu dilin Türkçe olduğunu hemen kavrıyorsunuz. Kent tertemiz. Bir köşede birkaç tane yüksek bina var. Gerisi aynı boyda. Türkiye’den giden bir gezginci grubun videosunu izlemiştim. Gerçekleri değil, bilinçaltına yerleştirilen ön yargıları sayıp dökmüşlerdi.
Golomyan Niyazov karşılıyor bizi. Çimkent’te ve Özbekistan’da rehberliğimizi yapacak. Almancası ve Türkçesi iyi. Rusça da konuşuyormuş, kibar ve bilgili bir insan. Bizi Çimgala’ya –Çimkent Kalesi’ne- götürüyor. Çok eski bir kale. Sakalar döneminden suç işleyenler ve başka hanlıklara haber taşıyan ajanlar bu kaledeki zindana atılıyormuş. Onlar da Koşkar Ata’ya kadar bir tünel kazarak kaçıyorlarmış. Ki çarpıcı bir efsane değil mi? Çünkü Koşkar Ata türbesi ile Çimkent arası 150 km.den fazladır. Koşkar Ata hakkında da birçok efsane var. En yaygın olanlardan birini anlatmalıyım. Bu efsaneye göre Koşkar Ata, ünlü Sufi Ahmed Yesevi Hoca’nın mürididir. Kardeşinden Ahmed Yesevi için kaynak suyu getirmesini istemiş, ancak dönerken asla arkasına bakmaması konusunda uyarmış. Kardeşi suyu aldıktan sonra arkasını dönmüş ve su dökülmüş. O anda yerden birçok pınar kaynamaya başlamış ve coşkun bir nehir oluşmuş. İşte o nehir Siriderya’dır. Koşkar Ata ölünce türbesini orada yapmışlar.
Kaleye, üç yüz yıl önce Hokand Hanlığı zamanında bir de 2022’de onarım yapılmış. Yüz yıllarca hanlar, erkânı ile birlikte konut olarak kullanmış burayı. Kalede çok sayıda ortaya çıkarılmış konut kalıntısı var. Bey sarayı ve kervansaray korunmuş. İnsan kendini eski çağlarda hissediyor. Kaleden bütün kenti görebiliyoruz.
“Beraber yol giden hazineye ulaşır, dava güden belaya bulaşır”
Türk hanlıklarından Kalmukya, Özbekler ve Cungarya hep Kazaklara saldırmış, onları zorlamışlar. Bizim tarihimiz kardeş kavgasıyla doludur ya, Kazaklar da Ruslardan yardım istemiş. Ruslar, 1854 yılında “yardım” bahanesiyle gelip Kazakistan’ı işgal etmiş. Hanlık makamını kaldırmışlar. Artık bir kasırgadır esen, her şeyi kökünden söken. Ruslar dalar ülkeye, toprakları ellerinden alınır halkın. Yerli yöneticiler Ruslara hoş görünmek için ellerinden geleni yaparlar. Birbirini ihbar etmek, yalan, fitne, ayağını kaydırmak meziyet haline gelir. Topraklara el koyma, keyfi yönetim halkı bıktırır. Abay Konanbay o zaman 9 yaşındadır. Bu fırtınalı ortamın içinde bulur kendini. Küçükken annesinden ve ninesi Zeze hanımdan sayısız masal ve efsaneyi dikkatle dinler. Ejderhalar basmıştır yurdunu. Asıl adı İbrahim olduğu halde ninesi ona “dikkatli” anlamına gelen Abay adını verir. Babası, Semey kentinde yöneticidir. Ayrıca konukevleri var. Ozanlar, âşıklar, masalcılar hikâye anlatıcıları konuk olur, çalıp çağırır, anlatırlar. Onlardan dombra çalmayı öğrenir, türkü söyler. Babası oğlunun yeteneklerini fark edip iyi bir eğitim alması için olanaklar hazırlar. Abay dönemin medresesini bitirir, Şahabettin Mercanî hocasıdır, diller öğrenir, kütüphanelerin müdavimi olur. Klasikleri, eski doğu eserlerini ve Kutadgu Bilik’i okur. Çeviriler yapar, Alman şairi Goethe’yi Kazakçaya ilk kazandıran odur. Kutadgu Bilik’ten etkilenir, gelecekte Kazaklar için “Kara Sözler” adlı kitabını yazacaktır. Bu kitap da Kazakistan’da çağdaş nesrin başlangıcıdır. Ünlü bir şair olur. Şiirleri yeni bir ruh içerir, çağdaş şiirin öncüsü olur, edebiyata yeni tarz, yeni estetik ve yeni düşünce getirir. Ceditçileri –yenilikçileri- izler, İsmail Gaspıralı’yı okur. Babasının ısrarıyla bağrına taş basarak törelere boyun eğer, sevgilisinden vaz geçip Alçınbay’ın beşik kertmesi kızıyla evlenir. Töreye boyun eğmesi ona bambaşka bir kapıyı açar. İsyankârlığın yerini sabır alır, derin düşünme yetisini geliştirir. “Kara Sözler” adlı filozofik kitabını ondan sonra yazar. Kazaklara öğüttür bu kitap. Ar, namus, utanma, adalet, dürüstlük, samimiyet, kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi en yüce erdemlere rehberlik eden edebi düşünceleri halka ulaştırmaya gayret eder.
Babasının yardımı ile Semey vilayeti için “Kanunları Hazırlama Komisyonu’na baş hâkim seçilir. Yasaları Kazak hayat tarzına uyumlu hale getirir, kadınların haklarını koruyan düzenlemeler yapar. “Kara Sözler”, gelecekte Kazak milli ruhunun canlanmasına yardım edecektir. “Ayrılığı, dedikoduyu bırak. Beraber yol giden hazineye ulaşır, dava güden belaya bulaşır,” diyerek oymaklar arasındaki uyuşmazlıkları çözmeye çalışır. Beyleri barıştırır. Karamsardır yine de: “Artık bu yaşa geldik, bittik. Şimdi kalan ömrümüzü ne yaparak geçireceğiz? Yurda bakan yok, bilim desen bilime ilgi duyan yok. Bilimsel sohbeti kiminle yaparsın? Bilmediğini kime sorarsın? Sûfîlik yapayım desen o da okumuyor. Düşünüyorum da yazayım diyorum, belki okuyan olur.” Ve gelecekte halk okuyacaktır onu. Sovyet döneminde yasak edilir eserleri. Ünlü yazar Muhtar Avazov 4 ciltlik “Abay Yolu” başlıklı romanını yazar.
1991 yılı, bağımsızlık kazanıldıktan sonra Abay hakkında araştırmalar başlar, şiirleri kitapları elden ele dolaşır. Heykelleri dikilir. Okullara, caddelere, meydanlara, parklara adı verilir. İşte o parklardan birindeyiz. Çimkent Abay Parkı. 75 hektar, dünya kentlerindeki parkların en büyüklerinden biri. Önce adı Lenin Parkmış, sonra sırayla Komsomol Park, Karl Marks Parkı, bağımsızlıktan sonra da Abay Parkı olur. 2. Dünya savaşında Sovyet pilotları bu parkta eğitilir. Dev bir jet maketinin burada oluşu bu nedenledir. Nazi Almayası savaşında şehit düşen yüz bin Orta Asyalının adı yazılıdır burada. Tiyatro, oyun bahçeleri, sirk, spor alanları, eğlence yerleri, havuzlar, çocuk oyun bahçeleri ve Abay müzesi var parkta.
ÇİMKENT: “PENCERELERİ BİRBİRİMİZE AÇMALIYIZ”( BÖLÜM 4)
Kazakistan’da Kültür İnsanları Vurgun Yedi
Birçok aydın, yazar ve şairin hayat hikâyesine baktığımızda sanki kendi aralarında sözbirliği etmiş gibi aynı yılda (1937’de ya da 1938’de) ölüme gittiklerini görüyoruz. Bu tarih Stalin’in kıyım yıllarıdır. Binlerce aydın, yazar, şair, ressam ve bilgin kurşuna dizdirilir. Öldürülenler arasında bakın kimler var, Prof. Dr. Kara’nın çalışmasından yararlanarak küçük bir liste vereyim:
Alihan Bökeyhan’ın (1866-1937) liderliğinde Alaş Orda siyasi hareketi 1910 yıllarında ortaya çıktı. Z. V. Togan’ın belerttiği gibi “son derece enerjik, yüksek ahlak ve büyük bilgiye sahip Bökeyhanov’un sadece Kazaklar arasında değil, demokrat Ruslar arasında da nüfuz ve itibarı vardır. Pantürkist ve Panislamist düşüncelere sahip olduğu iddiasıyla, 1927-37 yılları arasında hapis, 1937 yılında da idam edilir.
Ahmet Baytursunli (1872-1937) 19. yüzyıl Kazak aydınlanmasının önemli isimlerinden biridir. “Kırk İbret” adıyla İvan Krilov’tan kısa fablları çok usta bir biçimde Kazakça’ya çevirdi, böylelikle Kazakları çalışmaya ve bilime önem vermeye teşvik etti. 1919 yılı Mart ayında Alaş Partisi’yle Bolşevikler arasında anlaşma sağladı. Ülkenin eğitim-öğretim işlerinde görev aldı. 1929 yılına kadar devam edebildi. Sovyet rejimine karşı olduğu gerekçesi ile tutuklandı. Gorki’nin eşinin çabasıyla 1934 yılında serbest bırakıldıysa da 1937 yılında tekrar tutuklandı ve öldürüldü.
Mir Yakup Duvlatov (1885-1937) 20. yüzyılın başında Kazaklar arasında ilericiliğin ve siyasî bilincin oluşmasını sağlayan eserlerden birini, “Uyan Kazak” adıyla kaleme aldı, 1910’da yayımlanan kitap halkın üzerinde derin etkiler yarattı. Sonunda idam edildi.
Mağcan Cumabayev (1893-1938) Ceditçi –yenilikçi- aydınlarla Ufa’daki Aliye Medresesi’nde tanıştı. Eserlerinde Türkçülük düşüncesinin Kazak anlayışına göre sınırlarını çizmeye çalıştı. Kazak dilinin şiirsel gücünü ustaca kullanarak Kazakların tarih bilincini derinleştirmek istedi.
Turar Rıskulov (1894-1938) Lenin ve Stalin Rus merkezli evrensel bir sosyalist rejim kurmak isterken, Sultan Galiyev ve Turar Rıskulov bunun Türk halkları için uygun olmadığını düşünüyordu. Kazakistan’daki Bolşevik partinin önde gelen liderlerinden olan Turar Rıskulov’un Türkiye’deki milli mücadeleye ve onun önderi Mustafa Kemal’e büyük hayranlığı vardı. 1937 yılında idam edilirken: “Mustafa Kemal, bütün köle halkların, bütün doğulu halkların gözünde bir ilki başaran büyük bir liderdir. Ona sonsuz saygı duyuyorum,” demiştir. Zalimce uygulanmış daha binlerce katliam sayabiliriz.
Bağımsızlığın Getirdiği Coşku
16 Aralık 1991’de bağımsızlığına kavuşunca yeni bir heyecan başladı Kazakistan’da. Abay başta olmak üzere bir araştırma başlatıldı. Stalin’in kuşuna dizdiği, hapsettiği, öldürttüğü bütün aydınlar gün yüzüne çıkarıldı, eserleri yayınlandı... Adları okullara, caddelere, parklara verildi. Müthiş bir canlılık geldi.
Ahmet Yesevi ile (doğ. 1093- öl. 1156) çok eski bir kültüre sahip olan bugünkü Kazakistan'da eski kültür canlandırıldı. Günümüze kadar etkilerini sürdüren Yesevi mirasından yararlanıldı. Bakın Ünlü şair Olcas Süleymanov’un “Az İ Ya” kitabı Kazakların millî kültür konusundaki hassasiyetlerini gösteren en görkemli eserlerden biri oldu. Eser, Çarlık Rusyası döneminde başlayan ve Sovyet döneminde devam eden Rusları yüceltme, Türkleri küçümseme eğilimine cevap olarak Türk kültürünün derin izlerini Rus Edebiyatının köklerinde gösterdi. Rusça yazdığı kitabında Rus Edebiyatının 12. yydan kalan “İgor’un Seferi” destanını irdeledi. Onun içinde Türkçe kelimeleri ve iki halkın benzeyen hayat biçimini göstererek eserin Türk ve Rus ortak eseri olduğu sonucuna vardı.
Çağdaş yazar ve şairlerin başında gelen Olcas Süleymanov için Cengiz Aytmatov: “Olcas benden on yaş küçüktür ama yüz yıl ileridedir” diyor.
Olcas Süleymanov gibi büyük sanatçıları etkileyen Muhtar Avezov (1897-1961) anlatılmadan geçilir mi? O “Abay Yolu” adlı destansı romanının birinci cildini savaş yıllarında (1947) yazdı. Bu roman Kazak edebiyatında önemli bir olay oldu. Çünkü Abay’ın hayatını ve düşüncelerini bu romanda geniş bir şekilde tasvir etti. Prof. Dr. Kanış Satpayev roman hakkında şöyle yazmaktadır: “Sadece edebî bir eser değil, aynı zamanda çok değerli bilimsel bir çalışmadır. Kazak halkının geçmiş hayatını araştıran hiçbir tarihçi bu eseri okumamazlık edemez. Filologlar bu eserde Kazak edebî dilinin oluşması ve gelişmesi konusunda çok zengin malzeme bulacaktır ve romanın günlük hayat ile ilgili tasviri çok etkileyicidir.”
V. İvanov ise şunları söylemektedir: “Henüz Abay Yolu romanını okumadınız mı? Demek siz hâlâ bir şey okumamışsınız. Bu sizin adınıza büyük kayıp. Oysa onun eseriyle bozkır canlandı. Bütün ihtişamıyla saf, berrak ve elvan elvan renkleriyle bu roman bizi kucaklamaktadır. Tek kelimeyle muhteşem! Romanda büyülü bir dünya keşfedeceksiniz. Nesir tarzında yazılan bu dev eserde bir tek nesir cümlesi yoktur sanki. Hepsi muhteşem şiir dizelerini çağrıştırır.”
Muhtar Avazov, yazar, dramaturg, bilim adamı, siyaset adamı olarak 20.yüzyıla damgasını vuran bir kişiliktir. Orta Asya Türklerinin tek alfabe kullanmalarını öneren oydu. Kazakistan dışında yaşayan Kazaklarla ilişkiyi geliştirmek için Vatan Cemiyetini o kurmuştu. Doktorasını Manas Destanı üzerine yapmıştı. “Abay Yolu” adlı 4 ciltlik romanı yalnız Kazakistan’da değil, bütün Orta Asya’da büyük yankı yarattı. Roman hakkında ünlü Fransız şair Aragon da, “Abay Yolu 20. yüzyılın en önemli eserleri arasındadır,” diye yazıyordu.
Kazakistan’da Tiyatro, opera, müzik resim ve heykel de gelişmiş sanatların başında geliyor. Ünlü rejisör Bolat Atabayev’i uzun yıllar önce tanıma bahtiyarlığına ermiştim. O, 1952 yılında doğumlu. Stalin tarafından Kazakistan’a sürülen Volga Almanları’nın çocuklarıyla büyüdü. Almancası çok iyiydi. Almatı Sanat ve Tiyatro Yüksekokulunda okudu. Ülkesinde demokrasinin yerleşmesini isteyen öncü bir aydındı. Almatı Avezov-Tiyatrosunun başyönetmeniydi, ayrıca Almatı Alman tiyatrosunu kurdu. Birçok seçkin eseri sahneye koydu, en başarılı sanatçıları oynattı. Kazakistan ile Almanya arasında kültür köprüsü gibiydi. 2011 yılında Şangözen petrol yataklarında greve giden işçilerin yanına koştu, hükümetin politikasını eleştirerek işçi haklarını savundu ve tutuklandı.
Uluslararası dayanışma ve prestijli politikacıların araya girmesiyle Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in de anlayışlı tutumu serbest kalmasını sağladı, ama Kazakistan’da hareket alanı son derece daralmıştı, sanatını icra edemiyordu. Almanya’ya geldi, Köln Akademi Tiyatrosunda doçent olarak oyuncu yetiştirmeye başladı. Sakin, kültürlü, bilge bir insandı.
Kazak masallarını sorduğumda “Aldar Köse’yi, (Jirince) Şirince Şeşen’i mutlaka çalış,” dedi, kaynak gösterdi. Kimdi Aldar Köse? O, Nasrettin Hoca gibi, Tibetli Tompa Dayı, Avrupalı Till Eulenspiegel gibi 14.yüzyılda ortaya çıkmış. Şakaları, nükteleri, muziplikleri, dalga geçmeleri ve ince zekâsı ile insanları başka türlü düşünmeye zorlayarak şaşırtmıştı. Yanlış gelenek ve töreleri çiğnemiş, kültür dönüşümü sağlayarak o çağın ruhunu yansıtmış ve ünü dünyaya yayılmıştı. Türkiye onu tanımıyordu. Atabayev tam nokta atışı yapmıştı, kitaba çalışıp yayımladığımda ilgi ile karşılandığını gördüm.
Akın Toyu - Âşıklar Bayramı
Öte yandan Âşık (akın) geleneği güçlü bir biçimde devam ediyor Kazakistan’da. Her yıl Konya Âşıklar Bayramı gibi orada da “Akın Toyu” yapılıyor. Bütün ülkeden yüzlerce akın arasından seçilip başkente geliyorlar, atışmalar, yarışmalar yapılıyor. Halk buna çok ilgi gösteriyor. Kazakistan müzeleri, tiyatro salonları, operaları, çocuklar için kukla tiyatrosu, resim galerileriyle göz dolduruyor.
Sonra Muhtar Şahanov’u anmak gerek. Şöyle diyor Şahanov: “İlişkilerimizi cesur bir biçimde sürdürmeliyiz. Yazarlar dost olunca, halkların dostluğu kolaylaşır. Birbirimize pencerelerimizi açmalıyız...” O 1942 yılında doğdu. Kazakistan Halk Yazarı ve Kırgızistan Halk Şairi unvanlarını aldı. Kazakistan'da ve yurt dışında birçok akademi ve üniversitenin üyesi ve fahri profesörü olmuştur.
En ünlü eserleri “Är jıldardağı änder” ve “Cengiz Han'ın Sırrı”dır.
Ayrıca Nazımbek, Sarıev Şomumbay, Serik Turgenbekov, Esengali Ravşanov ve daha başkalarını da sayabiliriz. Bir de Uygur Özerk Bölgesinde kendini özgürce ifade edemeyip Kazakistan’a sığınmış Uygur yazar ve şairleri var. Bunlar, burada Uygurca gazete dergi ve kitap yayımlayarak hem Kazakistan kültürüne hem de Uygur kültürüne katkılarını sürdürüyorlar. Bunlardan Ahmetcan Aşiri şöyle yazıyor: “1937 de başlayan aydınları yok etme hareketi Çin’de de kanlı bir şekilde kendini gösterdi, aydınları ve toplum önderlerini tutukladılar hapis, bir kısmını da idam ettiler, bazılarını sürgüne gönderdiler.” Ve bu kıyıma uğrayanların isim listesini veriyor. Ayrıca ünlü isimlerden Abdulkerim Ganiev’i, Azim Bahtniyaz’ı ve Ablis Hazimov’u sayabiliriz. Bu dostların yayımladığı “Uygur Folklorunun Antologyası” ve diğer çalışmalardan Göktürk ve Uygur masallarını buldum. “Asena” kitabımızın birçok konusu ortaya böyle çıktı. Asena sadece bir efsane değil, Göktürklerin 3. Hakanı Mukan Beyin ikinci kızıdır ve bugün de etkileri devam eden Çin müziğinin 12 makam üzerine kurulmasında büyük katkısı olmuştur. Yoksa efsane olup günümüze kalır mıydı?.. Hepsine içtenlikle teşekkür ediyor, son söz olarak Alişir Nevaî’nin diliyle şunu tekrar etmek istiyorum: “Türkçenin derinliklerine dalanda gözlerime on sekkiz min âlemden daha yüksek bir âlem göründü... Orada nice faziletler, nice yücelikler hazinesine rast geldim. Bu hazinenin incileri, ulduzların lâl-ı cevherlerinden daha da parlag idi... Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Ve bu dilin güllerinin dikeni hadsiz hesapsız idi. Bu dikenli yolları (temizlemek için) çok çalışmak isteyirdi. Men bu yoldan vaz keçmedim, onun şiirine doyabilmedim...”
Bu yola sizleri de davet edebilir miyim?