ÇETİN YETKİN’in dizi yazısı
Tarihimizdeki ilk satılık memleket vesikası:
Balta Limanı Ticaret Antlaşması
Osmanlı yöneticileri imzaladıkları bu antlaşma ile, devletin başına Düyun-u Umumiye İdaresi gibi bir belayı musallat etmişlerdi...
Osmanlı Devleti, hangi süreçten geçerek yaşamını Sevr ile sonuçlandırdı? Bu soruya verilecek yanıt, ibret verici olduğu kadar, son çeyrek yüzyıldır Türkiye’de yaşananlara da ışık tutacaktır.
İki antlaşma
arasındaki benzerlik
1838 yılına gelinceye değin, Osmanlı Devleti’nin daha da sömürgeleştirilmesini engelleyen bazı kısıtlamalar vardı. Bunların başında da Osmanlı toprakları üzerinde yabancıların iç ticaret yapamamaları, ithal edilen malların iç pazarda satışının ancak Osmanlı vatandaşlarınca yapılması geliyordu. Bir başka engel ise, “yed-i vahit” denilen tekel yöntemiydi. Buna göre bazı malların üretim, alım-satım hakkı yerli tacirlere bir tekel olarak verilmekte ve bu doğal olarak en başta İngiliz çıkarlarını engellemekteydi. Ayrıca, İngiltere gümrük resimlerinden de yakınmaktaydı. İşte, İngiltere’nin isteği ve Mustafa Reşit Paşa’nın çabaları ile 16 Ağustos 1838’de bütün bu engelleri kaldıran ve gümrük resimlerinde indirimler yapan ya da bazılarını kaldıran Balta Limanı Ticaret Antlaşması önce İngiltere ile imzalanacak, arkasından buna öteki Avrupa devletleri de katılacaktı.
AB’ye gireceğiz diye imzaladığımız Gümrük Birliği Antlaşması ile bu antlaşma fazlasıyla benzerlik göstermektedir. (Bu konuda örneğin bkz. SEMİH KALKANOĞLU: “Osmanlı’da Ticaret Antlaşmaları Ve... Gümrük Birliği” ; Strateji, Eylül 1995). Sonuçları da hiç farklı olmayacaktır.
Bu antlaşma ile devlet ekonomik bağımsızlığını yitirmiş, devletin bağımsız dış ticaret politikası izlemesi olanağı ortadan kalkmış, sanayileşme engellenmiş, ticaret yabancı egemenliğine geçmiş, tarımsal üretim yabancı sanayi malları karşısında gerilemiş, işçi ve tüccar yoksullaşmış, hazine gelirleri azalmış ve dış borçlanmanın yolu açılmıştır. (Bkz.Prof.Dr.CİHAN DURA: “1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması Ve Çöküş” ; Gazete Müdafaa-i Hukuk, 2 Şubat 2001).
Antlaşma sonrası yaşanan bu gelişmeleri doğrudan gözlemlenerek Eugene Morel tarafından 1866 yılında yazılan Türkiye Ve Reformları adlı kitapta durum şöyle dile getirilmiş bulunuyor: “1838 Antlaşması’nın sonucu üretimi felce uğratmak, çiftçinin gelirini azaltmak, kısacası tarıma zarar vermek oldu.” (çev. S.Belli, Süreç yyn., İstanbul, 1984, s.115). Prof.Dr.Yusuf Kemal Tengirşek de, Osmanlı yöneticilerinin, “.... bu muahedenin neticede memleketin sanayiinin belini doğrultamaz hale getireceğini, devletin başına Düyûn-u Umûmîye idaresi gibi bir bela musallat edeceğini” sezememiş olduklarını belirtmektedir. ( “Haricî Ticaret Siyaseti” ; Yüzüncü Yıldönümü Nedeniyle Tanzimat-I, s.319). Prof.Dr.Niyazi Berkes’e göre ise bu antlaşma, “tarihimizdeki ilk satılık memleket vesikasıdır.” (Batıcılık, Ulusçuluk Ve Toplumsal Devrimler “; Yön, 5 Mart 1965).
Gümrük Birliği Antlaşması’nın Tansu Çiller’in Başbakan, Deniz Baykal’ın da Dışişleri Bakanı olduğu dönemde imzalandığını belirtmeden geçmeyelim.
1856 Islahat Fermanı
1853-1856 Kırım Savaşı bitiminde, başta İngiltere olmak üzere Osmanlı Devleti’nin bu savaştaki müttefiklerin isteği üzerine 1839’daki gayrimüslim Osmanlılar’a tanınan hakları pekiştiren ve dahası bunlara ayrıcalıklar ekleyen Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Ferman’da:
“Devlet-i âliyyemizin şanına muvaffak [uygun] ve milel-i mütemeddine [uygar uluslar arasında] bihakkın [hakkı ile] haiz olduğu mevki-i âli ve mühime [yüksek ve önemli yere] lâyık olan hâlin kemale isâli [yetkinliğe / olgunluğa ulaştırılması] için şimdiye kadar vaz’ve tesisine muvaffak olduğum nizamat-ı cedide-i hayriyenin [hayırlı yeni düzenlemelerin] ez ser-i nev tekit ve tevali [yeni baştan iyileştirip pekiştirmek... .” için bu fermanın çıkarıldığı açıklanmakta ve hemen arkasından da, “... .müttefik-i hass-ı bahir-ül-ihlâsımız olan [parlak kurtuluşumuzda öz müttefikimiz olan] düvel-i mufahhamanın [ulu / büyük devletlerin] himmet ü muâvenet-i hayırhâhaneleri eseri olmak üzere [hizmet ve iyiliksever yardımlarının eseri / sonucu olmak üzere] Devlet-i âliyyemizin bu kere binâyetillâhî Taalâ haricen hukuk-ı seniyyesi bir kat daha teekküt eylediğine [dışta yüksek hukuku bir kat daha pekiştiğine göre]... .” ülke içinde de Osmanlı uyruklarının durumlarının daha da iyileştirileceği belirtilmekteydi.
1856 Fermanı’nın en dikkate değer yönü, Osmanlı Devleti’nin “Avrupalı sayılmak” isteğidir. Ferman’ın yukarıya alınan ilk bölümü bunu açıkça ortaya koymaktadır. Artık, bir Avrupa devleti olmak, Osmanlı yöneticilerinin başta gelen bir amacıdır ve bunun için de her türlü ödünün verilmesinden kaçınılmayacaktır. Tıpkı bugünkü gibi...
İkinci bir yön de, Osmanlı Hıristiyanları’na ve bu arada Yahudileri’ne tanınan ayrıcalıklar ve toplum olarak örgütlenme hakkıdır. Bir kere, patrikler görevlerini ölünceye değin sürdüreceklerdir. Bundan böyle, patriklere, ruhban sınıfından olanlara ve “cemaat başıları” na devletçe aylık bağlanacaktır. Ayrıca, bu cemaatlere devletçe uygun bir gelir sağlanacaktır. En önemlisi ise, Ferman’da gayrimüslim cemaatlerin cemaat işlerinin yönetiminin ruhbanı ve halkı arasında seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclise bırakılmış olmasıdır. Bu hak ve ayrıcalık, Türkler’e tanınmış değildi. Bu, Türkler ile Osmanlı Hıristiyan ve Yahudileri arasında tam anlamıyla bir eşitsizlik demekti. Bu nedenle, Sadri Maksudî Arsal, Tanzimat fermanları karşısında Türkler’in ve Osmanlı’daki öteki halklarının durumlarını karşılaştırırken Türkler’in resmen ikinci sınıf insan durumuna indirildiğini belirtir. Şunu da ekleyeyim ki, Osmanlı gayrimüslimlerine tanınan bu ayrıcalıklar onların ulus olarak örgütlenmelerini ve bilinçlenmelerini sağlamış, buna karşılık Türkler’e bu olanak verilmemiştir. Prof.Dr.Bülent Tanör, bu fermanı Osmanlı gayrimüslimlerinin “kendilerinin ilan etmediği bir ’bağımsızlık bildirisi’” olarak nitelendirmektedir. (Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri; 9.basım, Yapı Kredi yyn., İstanbul, 2002, s.97).
Bugün kimi Kürt kökenli vatandaşlarımıza tanınan ayrıcalıklar ve henüz ne olduğunu bilmediğimiz “Kürt açılımı” da ola ki, bu vatandaşlarımızın kendilerinin değil, ama Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin onlar adına ilan ettikleri bir bağımsızlık bildirisinin hiç olmazsa ön hazırlığı mıdır acaba!?
Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa’dır. Bakın o bile kendi eserinden yakınacak ve diyecektir ki:
“Hıristiyanlar bir şey yapmamış iken bu kadar imtiyazata [ayrıcalığa] nail oldukları halde ben bu Millet’ten ve Devlet-i âliyyenin bunca senelik vükâlasından [vekilinden / bakanından] bulunduğum halde efkârımı [fikirlerimi / düşüncelerimi] serbest söyleyecek kadar imtiyazım olmasın mı?” (AHMED CEVDET PAŞA: Tezakir; TTK yyn., Ankara, C.I, 1953, s.68).
Antlaşmayı önce İngiltere imzalayacak sonra da peşine öteki Avrupa
devletleri katılacaktı
Islahat Fermanı Türkler
ile Osmanlı Hıristiyan ve
Yahudileri arasında tam
bir eşitsizlik getiriyordu
Balta Limanı Ticaret Antlaşması, 1838 yılında Baltalimanı’nda Mustafa Reşit Paşa’nın XIX. yüzyılda yaptırmış olduğu ahşap yalısında imzalandı. Bu yalıda daha sonra, 1839, 1840 ve 1846 yıllarında İngiltere, Fransa, Rusya ve Belçika ile yapılan ikili ticari ve siyasi anlaşmalar imzalandı.
1839 Gülhane Hattı
Gülhane Hattı ile, gerçekte bundan sonra yapılacak tüm ıslahat, gayrimüslüm uyruklar için olacaktı.
Bilindiği gibi, Tanzimat adı verilen dönem 1839 Gülhane Hattı ile başlamıştır. Bu Hat’ta birtakım iyileştirilmeler yapılacağı bildirilmekte, ayrıca can ve mal güvenliği ile vicdan özgürlüğünün tanınacağı açıklanmaktadır. Müslüman olsun ya da olmasın bütün Osmanlı vatandaşlarının bu hak ve özgürlüklerden eşit olarak yararlanacağı da öngörülmekteydi. Vergilerin yükümlülerin gelirlerine göre alınacağı, kanunsuz vergi toplanmayacağı açıklanmaktaydı. Tüm Osmanlı vatandaşları da ayırımsız olarak askerlik yapacaklardı.
Hatt’ın metni okunduğunda bunun kişi hak ve özgürlükleri açısından son derecede olumlu ve yerinde olduğu düşünülebilir. Ancak, bu Hat ile birlikte, bir kere bundan böyle yapılacak tüm ” Islahat “ın Türk halkı için değil, gayrimüslim uyruklar için olmasının temeli atılmış olmaktadır. İkincisi, Hat, Avrupa devletlerinin İstanbul’da bulunan elçileri çağrılarak onlara okunmuş, bildirilmiştir. O kadar ki, Hat’ta eski düzenin değiştiğine ve Osmanlı uyruklarına yeni haklar tanındığına yabancı devletlerin elçilerinin tanık olmaları gerektiği açıklanmış bulunmaktadır:
”... .düvel-i mütehabbe dahi [dost devletler de] bu usulün inşallah-ı Taalâ ilelebed bekasına şahid olmak üzere Dersaadetimizde mukim bilcümle süferaya [sefirlere / elçilere] dahi resmen bildirilsin.
Yabancı devlet elçilerinin devletin kendi vatandaşlarına tanıyacağı hak ve özgürlüklere tanık olmalanı istemek, devleti küçük düşürmek olması bir yana, devleti yabancı devletlerin ipoteği altına sokmak demekti.
Bugün iki de bir de AB devletlerinin elçilerine ziyafet verip de AB yolunda Türkiye’nin ne güzel ilerlediğini anlatmanın bundan bir farkı var mıdır?