Tasavvuf-İslâm ve Türk Milliyetçiliği / Prof. Dr. Yümni SEZEN

Tasavvuf-İslâm ve Türk Milliyetçiliği  /  Prof. Dr. Yümni SEZEN

Bin üçyüz yıllık bir hikâyeden söz ediyoruz. En uygun İslâm yorumu diyorlar tasavvufa. Acaba öyle midir? Bana göre dinden hareket eden bir felsefe. Felsefe olunca, benimsenebilir de, tenkit de edilebilir. Zaten felsefe süreci, biribirini tenkit ede ede gelmiştir. Daha doğrusunu bulalım diye yola koyulmuştur. Eğer tasavvufu bir felsefe, varlık ve insan felsefesi olarak alırsak, doğru ve eğri taraflarını görmeye çalışmak yadırganmamalıdır. Yok eğer onu İslâmın kendisi olarak veya en uygun yorumu olarak alırsak, dogmatikleşir, tabulaşır, gelenekselleşir, merasimleşir, adeta ikinci bir din veya paralel bir din haline gelir. Nitekim öyle olmuştur.

Tasavvufla ilgili, şimdiye kadar, lehte aleyhte çok şeyler yazıldı, söylendi. Eleştirel bakanlar bazan ileri gittiler, küfürle, şirkle itham ettiler. Bunlar yanlıştır. Önce bunu söylemeliyiz. Hiçbir sûfi Allah’ı, Allah Hak ve Hakikatını inkâr etmiyor ki. Hakikatı örtmüyorlar (küfür örtmek demektir). Aksine bahsettikleri tek şey Allah’tır. Kendini veya başka birşeyi O’na ortak koşmuyorlar. Yani şirk de yok. Ben O’yum diyenler, kendi varlıklarını değil, kendilerinin O’nda yok olduğu Allah’ı söyletmiş oldukları iddiasındalar. Peki şirk de küfür de yoksa, problem nerede? Problemler İslâm açısından felsefesinde ve yorum yanlışlıklarında, Kur’an’la örtüşüp örtüşmediğine dikkat etmemekte ortaya çıkmıştır. Sûfinin yorumları çok yerde isabetsiz olmuş, aşırılıklar ve hezeyanlar oluşmuş, kendi içinde bolca çelişkiler yerleşmiştir. “Siz bunları anlamıyorsunuz, ham ruhlar bunu anlamaz” demek, anlamsız bir sığınmadır. Sadece felsefe iddiası olsaydı, böyle denebilirdi. Ama aynı zamanda din yorumu iddiası olunca, anlaşılamayan, veya birkaç “özel” kişinin anladığı şey din olmaz. Çünkü yorum/tefsir, dinin anlaşılmasını kolaylaştırmak için yapılır. Daha çok anlaşılmazlık, daha çok sübjektiflik yaratmak, sembollere ve mecazlara boğmak, din yorumu olamaz.

Tasavvufun derin bir hayat neşesi yaratmasına hayran olup, ona toz kondurmayanlar, yine de şunları gözardı etmemelidirler:

1.            İslâmın ilke ve hedefleriyle, akılcılığıyla, gerçekçiliğiyle, tasavvuf ciddi bir şekilde teste tabi tutulmalıdır.

2.            İslâm aynı zamanda bu dünyaya ve üzerinde yaşayanlara çekidüzen veren bir nizamdır. Bu dünya, bazı sûfilerin dediği gibi pis ve kötü değildir, güzeldir, çünkü onu Allah yaratmıştır. Öyle olmasaydı, Kur’an’da, dünyadan da nasibini al, denmezdi.

3.            İslâm, devlet ve toplum ilişkisine, adalete, toplumsal refahı paylaşmaya çok önem verir. Bunları asla unutmamalıdır.

4.            İslâm, toplumsal devrimler yapan bir dindir. Dünyaya olduğu gibi, topluma değer vermeden bu yapılamaz.

5.            İslâm, üstelik bağlamlarından koparılmış olan Hint mistisizmi, Budist Hiççiliği türünden bir din değildir.

6.            Felsefe ile İslamın daha iyi anlaşılması sağlanabilir, ama İslâm bir felsefe değildir.

7.            Tasavvuf dahil, hiçbir felsefeyle İslâmı, zihnî ve duygusal maceraya çekmemek, ikinci bir din yaratmamak gerekir.

Böyle mi olmuştur, şimdi bu maceraya bakalım.

Tasavvufun ne olduğunu anlamak için, iç içe üç alandan sözedeceğiz. Allah-Alem-İnsan. Bu üçünün ilişkisine ait anlayış, idrak ve kanaat, dinî de felsefeyi de ortaya koyar. Üçünün bir ve birlikte, yahut ayrı ayrı anlaşılması ve açıklanması, birbirine göre durumları, dinde de, felsefede de ana konudur. İnsan ve alem, var ve fakat Allah’a göre, O’na dayanarak alınırsa, din olur. İnsanı ve Allah’ı, âlem içine gizlenmiş güç olarak kabul edip, alem içinde içselleştirirsek, yani herşeyi bir iç güce bağlarsak, şu anlayışlar ortaya çıkar. Panteizm, Vahdet-i Vücûd, Vahdet-i şuhûd. Aralarında farklar vardır ama genel karakter, herşeyin varlık içinde gizlenmiş olması söz konusu olur. Bu durumda tabiatın/âlemin/evrenin sınırsız olduğunu, yani onun dışı ve kenarı, sonu ve bitişi olmadığını kabul etmiş oluruz. Eğer varlığın/tabiatın/evrenin özünü madde olarak alıp, maddeyi tek gerçek olarak kabul edip, Allah’ı devre dışı bırakırsak, yani Allah’ı kabul etmez isek, herşeyi maddenin kendi kendine oluşan dinamizmine, maddenin kanunlarına bağlarsak, başka bir iç güç veya dış güç görmezsek, materyalizm (maddeci felsefe) olur. Tasavvuf bunlardan hangisine benziyor? İnsanı ve âlemi, yani herşeyi Allah’a göre alır ama, Allah’a göre aldıkları herşeyi, sonuçta bir gölge veya aynada görünen bir yansıma (Allah’ın yansıması), bir tecelli, Allah’ın açılışı, Allah’ın aşağı inen bir zuhuru (açığa çıkışı) olarak alır, birer gerçek olarak kabul etmezler. Ayrı birer gerçek olarak kabul edilmesini, ikilik, şirk olarak görürler. Bu yönüyle panteizmi andırır. Sûfiye göre, Zatî Varlık, açılır, kapanır, başka birşey yoktur. Yaratma kavramına bu mânâyı vermişlerdir. Kur’an, fatara, halaka, caele, bedee, enşee gibi çeşitli kavramları kullanır ve yok iken var etmekten, başlatmaktan, birşeyden birşeyi yaratmaktan, diriltmekten söz eder. Bir varlığın geçici de olsa varoluşu, sonra yaratıcısına dönüşü başkadır, yok olduğu halde varmış gibi algılanması (illüzyon), Asıl Varlığın/Mutlak Varlığın gölgesi, yansıması olarak alınması başkadır. Herşeyi gölge ve yansıma olarak alırsak, ben O’yum (Allahım), Allah benim cübbemin içindedir, demek kolaylaşıyor. Bunları bir felsefe olarak alıp, geliştirebilir, yorumlayabiliriz. Fakat, işte İslâm budur demek, işi değiştirir. Gerçekten İslâm böyle mi diyor? Bir konuyu derinleştirmek başkadır, başkalaştırmak başka birşeydir.

Yaratılmış olma, Allah’a ikinci, eş varlıklar olma anlamında değil, bilakis yaratıcının Mutlak Kudretini ifade eder. Bu varlıklar O’na dönerler ama, var olmuşlardır ki O’na dönerler. Tevhidi doğru anlamalıdır. Yaratılanların var oluş hakikati, insan gerçeğini kucaklamıyor, kuşatmıyorsa, insana, topluma ve dine yer olmayacaktır. Doğru ve yanlışa, iyi ve kötüye, Hak ve Bâtıla, adalete yer olmayacaktır. Bunlar zandan ibaret kalacaktır. Herşey bir illüzyon olup çıkar. Halbuki, insan yaratılır, yaşatılır, üretilir, ölür, diriltilir, kim olursa olsun sorguya çekilir. Sorumluluklarının muhasebesi yapılır. Kur’an ne diyor: “Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorgulayacağız” (A‘raf-6). Sûfi anlayışı ile biz ne diyeceğiz? “Ben Senim, Sen de bensin, öyleyse sorgudan muafız” mı diyeceğiz? Sorumluluk kalkmıştır. Eğer bu sadece “seçkinler” içinse, o zaman iki tip insandan bahsedeceğiz demektir. O’na ulaşmış seçkinler, diğeri ayak takımı.

Biz “hal”i red ve inkâr etmiyoruz. Hal felsefesi ile, bunu manevî sarhoşlukla da birleştirerek İslâmın bir tavrı gibi göstermeyi reddediyoruz.

Vahdet-i Vücûd’da Allah’ın sıfatları (O’na ait özellikler) adeta atıl kalıyor. Rahman ve Rahim, kime merhamet, kendi kendine mi? Esirgeyen ve bağışlayan. Kimi?

Ayna, Zatın kendinin bir durumu ise,yansıma kime karşı? Kim seyrediyor? Zat kendi kendini mi seyrediyor?

Sûfi, Allah’tan başka ilah yoktur’un (lâ ilahe illallah) üstüne la mevcude illallah’ı (Allah’tan başka mevcut yoktur) koymuştur. İslâmın hiçbir yerinde böyle bir ifade yoktur. M. İbn Arabî şöyle der: “Bilirsen eğer, ben O’ndan başkası değilim.” (Fütûhat-ı Mekkiye, VII, 250). Mevlana farklı şey söylemez: “Varlığımdan bir addan başka birşey kalmadı. Ey güzelim, vücûdumda Sen’den başka bir varlık yok” (Mesnevî, V, 2022). Aynı olan, kimi öldürecek, kimi diriltecek, kimi sorgulayacak, kimi sorumlu tutacak, kime karşılık verecek? Allah kendi kendine bir tiyatro oyunu mu oynuyor? Gölgelerini mi kandırıyor? Yoksa dedi kodu mu yapıyor?

Sûfi ısrarlıdır:

Komşu, arkadaş yolcular, hepsi O,

Fakir kisvesinde Sultan tamam O,

Celvet farkında, halvet ceminde O,

Vallahi hepsi o, billahi hepsi O.

İki ekol görüyoruz: Abdülkadir Geylanî ile Muhyiddin İbn Arabî. Aralarındaki fark şudur: Geylanî’de: Sen seni kaybettiğin an O’sun. İ. Arabî’de: Sen seni kaybetsen de kaybetmesen de O’sun. Birinde O’na dönüş yolunda kendini yok ederek (fenafillah) O oluyorsun. O’na ulaştıran vecd ve sarhoşluktur. Diğerinde sen zaten O’sun, yani sen yoksun O var.

Yok iken var etme, başlatma, inşa etme, birşeyden birşeyi yaratma, öldürme, diriltme tabirlerini kullanan İslam’a göre bunlar Allah’ın emridir (işidir), yansıması, Kendisinin (Zatının) açılışı kapanışı, zuhuru açığa çıkması değildir. Sûfi ise şöyle diyor: “Hak Kendi Zatını, Kendi Zatı ile, Kendi Zatından, Kendi Zatına gönderdi.” Gönderen, gönderilen, kendisine gönderilen hep aynıdır, farklılıkları yoktur. Kendisi kendisine kendisi için açılmış, kapanmıştır. İslâm bunu söylüyor, bunu öğretiyor mu? İslamın Hakikatı bu mudur? Geçici de olsa O’nun yaptığı “şeyler”, O’nun Zati Varlığına zarar verir mi? O’nun Zatını perdeler mi? Aksine O’nun varlığının delilleri değil midir? Kur’an bu deliller üzerinden aklımızı kullanmayı istemiyor mu? Biz de herşey gibi O’nun Zatının içinde, bizatihi O isek, din nedir, kimin içindir? Adalet, akıbet, sorgu-sual, karşılık kimin içindir? Zat kendi kendini mi sorguluyor?

Sûfiye göre, peygamberlerin vücudu, Allahın vücududur. Haktan başkası değildirler. Haktan başkası için vücûd olmadı. Böyle diyorlar.

Zâhir ve Bâtın (Dış ve İç, kabuk ve öz) üzerinde durulur. Normaldir. Kur’an da zâhir ve bâtından söz eder. Allah zâhirdir ve bâtındır. Fakat sûfi bunu kendi mecrasında bırakmamış, ileri götürmüş, dışı beden, taş, kabuk, deri, mevki, fışkı diye hor görmüştür. Madem Allah, aynı zamanda zahirdir (zuhur eden, açığa çıkandır) görünen, artık bizce bilinen Allah’ı fışkı diye hor görmek olur mu? Yine diyecekler ki, siz bunu anlamıyorsunuz. Ruhunuz ham. Zâhir denilen ve hor görülen bu dış, Allah’ın zuhuru değil de, yahut Allah’tan gelmedi de başka bir yaratıcıdan mı geldi? Yoksa bu dış, gerçekte yok da, biz mi onu var gibi görüyoruz? İllüzyon mu? O zaman da olmayan şeye neden kızıyor, gerçekte olmayan şeyi neden hor görüyorsunuz?” Olmayan şeyi Allah neden sorguluyor, ona öğüt veriyor?

Batın (iç) bizim için Gayb’ın esintileridir. Onu ancak Allah bilir. Fakat sûfi de bunu bildiği iddiasındadır. Peygamberlerin ve Hz. Peygamberin bilmediğini, sûfi biliyor. Oysa gaybı Allah’tan başka hiçkimse bilmez deniyor (Bkz. En‘am-50; A‘raf-199). Hz. Musa ve yanındaki kul kıssasında da anlatılan, gaybı ancak Allahın bildiğidir. Sûfi bu konuyu da istismar etmiş, Musa’nın, yani peygamberin yanındakinin veli olduğu şeklinde yorumlamıştır. İnsan-ı Kâmil, diğer tipleriyle ârif, gavs, kutup, kutupların kutubu (hepsini veli kavramında toplayabiliriz) bu gizli işleri bilir. Çünkü bunlar âşıktırlar. İman-güven-sevgi-teslimiyet aşılmış, aşk olmuş, aşk aşılmış sarhoşluk olmuş, sarhoşluk ilerletilmiş, ancak kendisinin bildiği gaybı bilene yükselinmiş ve fenâ-fillah ile yok olarak Allah haline gelinmiştir.

Sûfiye göre ikilik denen şey ortadan kalkmalıdır. Allahın ortağı yoktur, bu tamam da, fakat yaratılmışlar iki de olur, çok da olur, bu aynı şey değildir ki. Tevhid, çokları Teke, ikiyi Bire indirmek değil, Allah’ın Tek olduğuna inanmak, O’na teslim olmaktır. Allah herşeyi çift yarattığını söylüyor. Erkek-Dişi, Artı-Eksi, Büyük-Küçük, Işık-Karanlık v.s. Zıtların ortadan kalkması, tevhidi doğurmaz, oluş, varoluş, hareket diyalektiğini doğuran bu zıtlar zaten Teke bağlıdırlar. Şuna bakınız: “Cenab-ı Hak gözle görülmediği için peygamberler O’nun naibleridir. Hayır yanlış söyledim, Naib ile menûb (vekil ile asil), bunları iki zannedersen hoş olmaz. Hayır sen şekilperest kaldıkça vekil ile asil ikidir. Şekilden kurtulan kimse için ise bir olmuştur.” (Mesnevî, I, 408, 670, 673). Allah, peygamber şeklinde görünüyorsa, müslümanlar, İsa’yı bu şekilde anlayan hıristiyanlara neden kızıyorlar? Allah sadece peygamberler şeklinde mi görünüyor, yoksa herkes için aynı şey söz konusu mudur? Yunus Emre böyle diyordu: “Allah için, ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” diyordu. Eğer bunu Mevlâna’yı tenkit için söylememişse, Yunus da aynı anafora düşmüştür. Tevhid öyle bir alana çekilir ki, imanla küfür de bir olur. Şöyle denir: “İslâmın güzelliği ile küfrün çirkinliğinde imtiyaz yoktur. Birbirlerine üstünlükleri olamaz. İkisi de güzeldir. İkisi de Allah’ın birer isminin (Mü’min ve Mudill) mazharıdırlar” (Mesnevî, I, 408, 673). Peki İslâmın bahsettiği Hak ve Bâtıl nedir? Herşey Allah’tandır ama, bize bunları seçme, sıraya koyma, ilişki ve hikmetlerini anlama imkânı ve sorumluluğu verilmiştir.

Küfrettim Allah’ın dinine ki küfür vaciptir bence,

Amma müslümanların katında çirkindir (İ. Arabî).

Din, sırlar düzeni değildir. Elbette onun bir derinliği vardır, ama o sübjektif olan hal” ile değil, akıl ve ilim ile kazanılır. Anlaşılmayanlar ûlu’l-elbaba (akıl ve ilim sahiplerine) sorulur öğrenilir. Kur’an’a göre ûlu’l-elbab, akıl ve ilim sahipleridir, sûfiye göre “hal” sahipleridir. Hal sahipleri şibihli (benzetmeli), mecazlı ayetleri, aşırı bir te’vile tâbi tutup, fitneye sebep olabilirler diye hiç hesabedilmemiştir (Bkz. Âl-i İmran-7).

Kur’an kendine “öğüt” diyor. Anlaşılmayan şey öğüt olur mu? Anlayıp, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor (Nahl-90) deniyor.

İslâm, Hakikata ulaşmak için aklı, bilgiyi, delilleri araya koyar. Vahiyle de bunu destekler. Sûfideki Hakikat yolculuğu süreci ise şöyledir: İlimden irfana, oradan zühde, zühdden aşk ve vec­de, manevi sarhoşluğa, buradan doğruca Allaha. Sarhoşluk vuslatı sağlar. Sûfiye göre Vecd vahiy benzeri bir haldir” (Fütûhat-ı Mekkiye, IX, 351). Bu vecd, sarhoşlukla gelişir (s. 141, 142, 143).

Kur’an’da belirtilir ki, Allah sarhoşu huzuruna kabul etmiyor. Namaz Allah’ın huzuru olduğuna göre, ne söylediğini bilinceye kadar sarhoşken namaza yaklaşmayın diyor (Nisan-43). Ne söylediğini bil, öyle gel, diyor. Ölçüt ne söylediğini bilmektir. Bilinci yerinde, aklı işler halde olmak. Bu durum ister alkol, eroin v.b. gibi maddi birşeyle olsun, ister aşk, tutku, bağlanma şeklinde kendinden geçme olarak olsun, farketmez. Sarhoşluk, sarhoşluktur. Ne düşündüğünü, ne söylediğini, kiminle muhatap olduğunu bilmek gerekir. Mecazları abartarak buraya sığınmak, ciddiyeti bozar. Aşkı, vecdi, sarhoşluğu, akıldan da ilimden de üstün tuttuk mu, dinin de, Allah Kelâmının da, peygamberin de ciddiyeti ortadan kalkar. Kur’an’da, kıyamet başladığında, insanlar korkudan sarhoş gibi olurlar, ne yaptıklarını bilmezler deniyor (Hac-2). Sûfi bunu vecd ve sarhoşluğa delil gibi kullanıp ayeti istismar etmiştir. M. İbn Arabî, bu sarhoşluğu adeta şizojreniye çevirmiş, kendisine bir hal geldiğini, bu sırada namaz kılanın da, kıldıranın da, yönelinen de kendisi olduğunu anlatır. Kendi zatının önünde rüku ve secde ettiğini, secde edenin de kendisi olduğunu söyler. Böylece Hakkın delillerinin hallerini açıklamış olduğunu söyler. “Ben Allahım, zaten O’ndan başka herhangi birşey mevcut değildir, demiş olur.”

Aşk sarhoşluğu Mevlâna’da bir örneğe, Allah yerine konan bir sembole yönelmiştir. “Orda lutuflardan, rahmetlerden öylesine bir deniz coşmuş ki, Tebrizli Şems mi desem, Allah güzelliği mi?” “Tebrizli Şems, lutfeder de niyazımı kabul ederse, artık Arşın baş köşesine kurul” (Mevlanâ, Divan-ı Kebîr, III, 4365, 4426). “A Allah nûru, Tebriz’in övüncü padişah, ey Şems, sen bir nûrlar nurûsun ki, zerreleri tutuyor, tümleri çekip götürüyorsun” (Mevlanâ, Divan-ı Kebîr, II, 3764). Nûr suresindeki 35. ayette Allah için kullanılan “Nur içinde Nûr” tabiri Şems için kullanılmıştır.

Kader anlayışına gelelim. Burada da büyük sıkıntı vardır. İnsan ve onun hareketleri, bayrak üzerine çizilmiş arslan resmine benzer. Rüzgârın etkisiyle dalgalanan bayraktaki arslan resmi gibidir. “Biz yoklarız, yokluklarız... Hepimiz arslanlarız, ama bayrak üstüne resmedilmiş arslanlar. Onların saldırışları esen yeldendir.” “Güzel ve çirkin iki resim de O’nun ustalığının eseridir” (Mevnevî, II, 2539-2545). Peki sorumluluk yok mudur? Resim, robot, kukla sorumlu tutulabilir mi? Cezalandırılabilir veya mükâfat verilebilir mi? Yoksa bu iş oyuncunun bir aldatmacası”, bir oyalama veya bir hayal yaratması mıdır? Resimleri yapanın, karagöz oyununu oynatanın yarattığı bir illüzyon mudur? Kur’an insanın gözetlenmesinden, denetlenmesinden bahsediyor. Yaptıklarımızı kayda geçiren meleklerden sözediyor. Ahirette herkesin yaptıklarının kaydedildiği bir kitabı önümüze koyacağını söylüyor. İnsan iradesinden, onu uyarmaktan dem vuruyor. Kelamının, tutalım diye bir öğüt olduğunu söylüyor. İrademize yer verdiğini belirtmek için Kur’an’da geçen “belki”, “umulur ki”, “eğer”, “keşki” kavramlarının anlamı nedir? Şart koşuluyor. Şöyle olsaydı böyle olacaktı, deniyor. İhtilaflardan bahsediyor: “İnat ve ısrara sahip olanlar” deniyor. Gafletten, unutmaktan söz ediliyor. Yan çizmeyi, kaçınmayı dile getiriyor. Bunlar hep insan ve fiilleri için kullanılmıştır. İnsanın iradesinin işin içinde olduğunu belirtmek içindir bunlar. Pişmanlık, tövbe, dua nedir? İnsan bunlara başvurmuyor mu, başvurmayacak mı? Öğüt kime yapılır, niçin yapılır? Resime, kuklaya, robota öğüt yapılır mı? Hayale, yansıyana, gölgeye öğüt yapılır mı? Gerçekte olmayan, varmış gibi görünene öğüt yapılır mı? Söylenenlerin hepsi sadece laftan mı ibarettir? Allah’ın iradesi ile insan iradesi arasında, sûfi doğru bir ilişki kuramamıştır.

Şu dua meselesine bakalım. Sûfi ne diyor? Dua edildiğinde kader ve ilahi irade zaten yoldadır. Ne kader dua ile değişir ne ilahi irade bir tesir alır. Dua edildi diye hiçbir şey olmaz (A. Geylanî, Futûhu’l-Gayb, 135). Oysa Allah, kelamında dua etmenizi istiyor ve karşılık verdiğini belirtiyor (Bkz. Bakara-186, 286; Âl-i İmran-194-195; Tevbe-103; Hûd-61; Ra’d-14; Enbiya-76, 84, 88, 90). Furkan 77’de şöyle denir: “De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?” Mevlâna şöyle diyor: “Alemde senin dışında olan birşey yoktur. Her istediğini kendinden iste, çünkü herşey sensin” (Fihî-Mâ-Fih [Meliha Ülken çevirisi], 121).

Dünyanın, toplumun, halkın değeri, sufide başlı başına problemdir. Nefs ile dünyayı birlikte mütalaa etmiş, birinde gördüğü kötülüğü değerinde de görmüş, değerlendirmeyi buna göre yapmıştır. Sûfiye göre nefs devamlı yiyip içen öküze benzer (Bkz. Divan-ı Kebir, VI, 90). Kur’anda ise nefs üç merhaleli addedilir. Nefsi emmâre, nefsi levvâme, nefsi mutmainne. Kur’anda ve hadislerde nefsi yok etmekten bahsedilmez. Hatta nefsin, kişinin üzerinde hakkı olduğu bildirilir (Buhari, Savm). Nefsi de yaratan Allah’tır ve şöyle denir: “Nefse ve onu düzenleyene and olsun ki...” (Şems-7). “Yine hayır! Kendini kınayan nefse yemin ederim ki” (Kıyame-2). “İnsanların ufuklarda ve kendi nefislerinde (dışında ve içinde) ayetlerimizi (delillerimizi) göstereceğiz ki onun (Kur’anın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinizin herşeye şahitliği yetmez mi?” (Fussilet-53). “Ey mutmain olmuş nefs! Sen Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut olarak Rabbine dön” (Fecr, 27, 28). Sûfi bunlara hiç bakmaz ve der ki: “Nûr, ruhun özeti demektir. Zulmet de (karanlık) nefistir” (İ. Rabbanî, Mektubat, 22/75). Sûfinin toptan kötülediği nefs terbiye edilebilir mi edilemez mi? Allah edilir diyor. Akıl, ilim, tecrübe edilir diyor. Sûfi edilemez diyor. “Nefsin ıslahı noksan sayılır. Mevla yola getirse bile. Vuslat için nefsin ölümü gerekir” (Fütûhu’l-Gayb, 41). Nefse eşdeğer olan bu dünya da kötüdür, ona bağlılık yok edilmelidir. “Dünya hakikatte öldürücü bir zehirdir, boş bir matahtır. Dünyaya yönelen hüsrana uğrar. Dünyanın hükmü, altın kaplı necasettir” (İ. Rabbanî, Mektubat, Mektup, 152). Nefsin yeri dünya olduğuna göre, dünya pistir, leştir. Şöyle denseydi yetmez miydi ve İslâmi olmaz mıydı? Dünyaya taparcasına ona bağlanmamalı, yaşama gerekleri yeterince yerine getirilmekle beraber ahiret tercih edilmelidir. Gel görelim ki sûfi ahireti de reddetmemizi ister. “Dünyayı ve ahireti terk et” (Fütûhu’l-Gayb, 113). Allah’ta yok olmak için, O’ndan başka birşey olmadığını anlatmak için Allah’ın yarattığı herşey küçümsenmiş, hatta yok farzedilmiştir. Sûfiye göre gaye Allah’ı bulmak ise, O’nun yol üzerine serpiştirdiklerini kötü kabul etmek niye? Bu dünya nimetleri için bile O’nu hamdetmez, şükretmez miyiz? Onu kabul etmemek, reddetmek, teşekkür yerine nankörlüğü koymak olmaz mı? Halbuki yine kendileri “nimeti az görmek, iyiliği kabul etmemek, sahibine hakarettir” (Fütûhu’l-Gayb, 113) demiyorlar mı? Bu kanaatlerinde neden istikrar yok. Hz. Peygamber, bu dünyada garip bir yolcu gibi ol derken, yolcunun geçtiği yolu yok saymamış, kötülememiştir ki o yolu hiçe sayalım. Allah’tan uzak olursa, ahiretten habersiz olursa garipliği ortadan kalkmazı, sadece aldanışı artar. Kur’an der ki. “Kim dünya sevabını/mükâfatını isterse, bilsin ki dünyanın da, ahiretin de sevabı/mükâfatı Allah katındadır” (Nisa-134). Nefsi ve dünyayı anlatmak için sûfi, eşek-kadın-nefs hikâyesi anlatır. Nefis kadını temsil etmektedir. Hikâyede kadın-nefs-eşek birleşir, bütünleşir. “... eşeği kendi keyfine bırakma. Çünkü onun aşkı, çayırlığa çimenliğedir... Ey yolcu, yolcuyla danış, kadınla değil. Çünkü kadının reyi seni topal eder.” “Kadınlarla danışın, sonra da ne dedilerse aksini yapın. Onlara asi olmayanlar helak oldu. Nefisle dostluğun seni Allah yolundan azdırır.” “Nefsini kadın bil, hatta kadından da beter.” “Bil ki aklı ve ruhu zayıf olduğu için kadının rüyası, erkeğin rüyasından daha aşağıdır, daha değersizdir” (Bkz. Mesnevî, I, 2628-2634, 2969; Mesnevî, II, 2266-2673; Mesnevî, VI, 432). Bunları söyleyen Mevlâna, makamları çok hızla değiştirdiği için çelişki içinde şunları söylemiştir: “Kadın Allah ışığıdır, sevgili değil; kadın sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil” (Mesnevî, I, 2446). Sûfilerin ve avukatlarının dediği gibi, herhalde bizim anlayamadığımız birşey var.

Kadınların ve nefsinin dediğinin aksini yapın diye peygamberler ve Hz. Peygamberimizin bir sözü yoktur. Tersine örnekler vardır. Hz. Peygamber’in Hudeybiye dönüşü Kurban kesme işinde eşi Ümmü Seleme’yi dinlemesi gibi (Bkz. Y. Sezen, Aşk Sarhoşu Dervişlerin Dini-Tasavvuf, s. 234).

Sûfi nefs ve dünya pisliğine devam eder. “Bir hak yolcusu için evlenmek haramdır” (Fethurrabbâni, 121, 124). Hz. peygamber, hak yolcusu değil miydi? Evlendi. Anlaşılan Sûfiye göre ayak takımı evlensin, çünkü insanoğlu üreyip devam edecek. Hak yolcuları da bu ayak takımından üreyenler arasından çıkacak...

Veli ve peygamber meselesine, daha doğrusu yarışına gelelim. Sûfi “Allahın veli kulları” kavramını istismar ederek, aslından koparıp başkalaştırdığı bir veli tipi koymuştur.

İbn Arabî’ye göre insan-ı kâmil kimdir: Allah’ın insan suretinde tecellisidir. Sınır ötesine geçilmeye devam edilir ve şöyle denir. Nebilik ve Resulluk belirli şartlarda sınırlı bir görevdir. Velilik Allahın el-Velî ismine dayanır. Risalet ise Allah’ın herhangi bir ismine dayanmaz. Denmek istenen şudur: Nebi ve Resul, sadece vahiy alır ve bize haber verir. Onlar habercidir. Posta memuru gibi. Peygamberler gaybı bilmez. Oysa veli gaybı bilir. “Zatın Hakikatı akıl yoluyla değil keşif yoluyla olur” (Fûsûsu’l-Hikem, 133, 134). “Arif birşeyi delilin dışında bilendir” (Fihî-Mâ-Fih, 46). Peygamber, bu duruma göre, keşifle, Zatî Hakikate ulaşmamış, kendisine bildirilen kadar bilir ve nakleder.

Sûfiye göre, veliler Allah’ın çocuklarıdır. Kur’an bunu reddeder. Veliler Allah’ın cüzüleridir (parçalarıdır), denir. Kur’an bunu da reddeder (Mesnevî, III, 79-84); (Bakara-116; Yunus-68; Kehf-2-4; Meryem-88-89; Enbiya-26; Cin-3; Furkan-2).

 

 

Test sonuçlarını karşılaştırmalı olarak listeleyelim:

 

 

İslâm

1.            Lâ ilahe illallah (Allahtan başka ilah yoktur) der.

2.            Kur’an yaratmaya vurgu yapar.

3.            Peygamber ideal insan örneğidir.
 

4.            Peygamber gaybı bilmez. Gaybı ancak Allah bilir.

5.            Ne söylediğini bilinceye kadar, sarhoşken Allah huzuruna (namaza) yaklaşılmamasını söyler.

6.            Akıl, ilim, delileri kullanma ve haber (pey­gambere vahiy) Hakikate ulaştırır, der.
 

7.            Allah’ın çocukları yoktur.

8.            Allah’ın cüzü (parçası) yoktur.

9.            Allah’ın mutlak kaderi-kanunları içinde insan irade sahibi olarak hür bir alana sahiptir ve sorumludur.

10.          Ne dünya, ne ahiret (inanışı) terkedilmemelidir. Dünyaya yeteri kadar değer verilmelidir. Ahiret tercih edilmelidir.

11.          Nefs terbiye edilebilir, edilmelidir.

12.          Tevhid, imanı ve küfrü ayrı tutar. Bizim tercih ve yönelişimizin farklılığı, tevhide aykırı değildir. Herşey Allah’tandır ama, tercih etme kabiliyetimiz de Allah’tandır.

13.          Ûlu’l-elbâb, akıl ve ilim sahipleri demektir (Âl-i İmran-7).

 

Tasavvuf

1.            Önemli bir kısım sûfi, lâ mevcûde illallah (Allahtan başka mevcut yoktur) der.

2.            Tecelli, açılma, zuhur tercih edilir.

3.            Ârif, gavs, kutup, eren, insan-ı kâmil-veli kavramı öne çıkar.

4.            Bazı veliler gaybı bilirler.
 

5.            Manevî sarhoşluk-vecd ve istigrak-kendinde olmama hali, Hakikata ulaştırmada kolaylık sağlar.

6.            “Hal”, Hakikata ulaştırır der. Hal, keşf içindir. Keşif hal’de gizlenmiş­tir. Ârif, aklın ve delilin dışında bilir.

7.            Veliler Allahın çocuklarıdır.

8.            Veliler Allah’ın parçasıdırlar.

9.            İnsan, rüzgârda dalgalanan bayrak üzerine çizilmiş resim gibidir. Gerçekte yoktur ama, resim gibi varmış görünür.

10.          Dünya da, ahiret de terkedilmelidir. Bunlar Allah’a ulaşmaya engeldir.
 

11.          Nefs terbiye edilemez.

12.          İman ve küfür tevhidin içindedir, ikisi de birdir.

 

13.          ûlu’l-elbâb, hal sahipleri demektir. Hal ve keşf sahibi ârif gizlileri bilir.

 

 

Bütün bunlara rağmen, sûfilerin savunulacak tarafları yok mudur? vardır. Bunları başta söyledik. Bir sınıra kadar. Sûfileri sevenler problemlerin farkında olmamış veya görmezlikten gelmişlerdir. Meselâ, denir ki Mevlâna eserlerindeki ilhamı Kur’an’dan almıştır. Doğrudur. Eflatun’u, Plotin’i, Hind’in Beydeba’sını, Hint mistisizmini v.b. hariç tutarsak, doğrudur. Haydi bunları örneklendirmek için kullandı diyelim. Fakat sonunda İslamı-Kur’anı adeta yetersiz buluştan mıdır, yoksa başka sebeplerden midir, Kur’an’la yer yer çatışmıştır. Bu farklı görüş ve yorumların ilhamını, Mevlâna nereden almıştır? Bizler onun ilhamını aldığı Kur’anı mı tam bilmiyoruz ki problemler üretiyoruz? Biz de sûfilerden ilham alarak, öylesine geniş bir hoşgörüde, öylesine bir hikmet deryası içinde olmalıyız ki, problem diye gördüklerimiz, hikmet olarak görülsün, yahut problem gördüklerimiz, bizim kuruntularımız olsun. Öyle mi yapalım? Bugünkü sınırsız yetkili şeyh tipini ve öğretisini nereye bağlayacağız? Sadece İslâmın yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını mı söylemeliyiz? Yoksa bu tipler de mi, Kur’anın ve İslâmın yetersizliğini farkettiler ve onu tamamlamaya çalışıyorlar? Bu kadar pervasızlıklar nedir?

Mevlâna aşıklarına şu soruyu sormuş, tatminkâr, bir cevap alamamışımdır. Mevlânayı seven ve onu öven bir kısım Avrupalı aydın, neden Hz. peygamberi ve İslamı sevmez, hatta aynı aydınlar İslama ve özellikle peygamberine karşı çıkarlar? İftiraları da esirgemezler. Neden?

İslam milletleri içinde en akıllı, en samimi, daha bilgili ve tecrübeli görünen Türk Milleti de bu sûfi anaforuna kapılmıştır. Kurduğu devlet ve medeniyetler buna engel olamamıştır. Halkıyla, aydınıyla içine düştüğü bu girdabı, düze çıkarmaya çalışmış, kendini kaybetmeyen yüksek basamaklara çıkarmış, evirip çevirmiş, güzel farklılıklar yaratmıştır, ama... olanlar olmuştur. Ahmed Yesevîler, Hacı Bektaşı Veliler ve daha birçok benzerleri ve bunların öğrencileri alperenler, bu yolun karakterinde olan pasifliğin aksine, İslâmı ve ahlakını yaymışlardır. Olumlu pratik sûfi hareketlerle, yanlış bir kadere razı gelme anlayışına yenik düşmemişlerdir. Aksi halde, ne moğol istilasının def‘ini, ne İstanbul’un fethini, ne Çanakkale ve Kurtuluş zaferlerini izah edemeyiz. Anadolu, herşeye rağmen Orta Asyadaki dinanizmin izlerini taşımıştır. Tarihi ve Anadolu tarihini, sufinin çizip seyrettiği resim haline getirmemiştir bu millet.

Ancak, Türk Milletinin tarzı, kısmen kendini yer yer kurtarmakla beraber, genel rotayı değiştirmeye gücü yetmedi. Bugün hepimizin bildiği “merdivenaltı tekkeler ve şeyh saltanatları” haline düştü.

Hatırlamaya çalışalım, sûfi düşünce ve hareket ne zaman ve niçin başlamıştı? Devlete ait veya özel muktedirlerin, sırmalı ulemanın baskıları artmış, fıkhın kılı kırk yaran şekilperestlikleri ve imanı zorlaştırmaları, sevap-günah arasını çok fazla açmaları, müslümanları bezdirmiş, ahlak adeta dinden koparılmış, insanlar, bu dinin içinde ama yeni sığınaklar aramışlardı. Bu ihtiyaç, düşünceye ve yorumlara aksetmiş olarak üretim başlamıştı. İman, güven, ahlak, şükür, hamd, sabır, ittika, doğru tevekkül, ihsan, dürüstlük, felaketlere tahammül, hile ve sahtekârlıklardan sıyrılmak, nefsi terbiye, kin ve nefreti yenme, sevgi, dünyaya tapmama gibi düşünceleri, terbiye tarzını ifade eden irfan sahiplerine ve irfan yuvalarına sığınma başlamıştı. Bu kişiler ve bu yuvalar çok az gerçekleşti, olanlar da zamanla bozularak geldi, sonunda gerçekleşen gelişen şu oldu: Şeyhin ruhanî otoriterliğine mutlak boyun eğme. Çünkü temel fikir ve kanaat sapmıştı. İç derinliği ve ahlakça arınma ve zühd ilerletildiğinde ve bu ferdî hareket bir başkasına teslim edildiğinde, İslâmın karşı çıktığı ruhbanlık veya benzer bir durum ortaya çıkar. Böyle oldu. Bu iş, kutsallığa dönüşen ruhbanlık gibi ferdi bir hareket olarak da kalmadı, kurumsallaştı ve bugüne geldi. Tekkeler, dergâhlar, cemaatler, bunların başları, şeyhler nedir? İyilerini kötülerinden ayırdetme imkânı kalmış mıdır? On üç yüzyıl önce başlayan diyalektik süreç şöyle mi oldu: Şekil arttıkça öz kaybolmuştu, dış zenginleştikçe iç görünmez olmuştu, dış içi yönetiyordu, sonra yavaş yavaş, iç dışı yönetmeye başladı. Yani diyalektikteki tezin antitezi tez haline geldi. Bugün iç, şekilden, menfaatten ibaret hale geldi.

Türk Milleti bunları yaşamış ve aralardaki silkinişlere rağmen bunları yaşamaktadır. Eğer Türk milliyetçiliğinden sözedeceksek, bunun yolu, birçok duraktan geçer de, önemli olanlardan biri de tasavvufun iyi değerlendirilmesidir. Türk milleti ve milliyetçiliği, her insanî-toplumsal mesele gibi bu dünya ile ilgili bir meseledir. Bu dünya ile sınırlı görülmesi onun insanî, ahlakî, evrensel ve hatta uhrevi boyutlarını ortadan kaldırmaz. Ektiklerimizi yarın biçeceksek, bugün var demektir. Bu dünya bir gerçektir, büyük yarına hazırlayan bir sınav alanıdır ve oraya uzanır. Milliyetçilikle ilgili meselelerde de doğruyu yapmak, yanlışı yapmamak mecburiyetindeyiz. Öbür taraftan dünya pis, kötü ve buna dayalı yanlış bir zühd anlayışı oldukça, milliyetçiliği oluşturamayız. Dünyaya değer vermeyişle, hatta onu yok saymakla, milli kimliği, milletin geleceğini sağlayamazsınız. Dünyayı değersizleştirmek, toplumu da değersizleştirmek, yok saymak demektir. “Bunlar aşağıdaki meselelerdir, yukarıyı, yani sûfinin çıktığını iddia ettiği en üst basamakları niye karıştırıyorsunuz” deme hakkına sahip değilsiniz. Hakikat Tektir.