Türkiye’de pazarlama dünyası şu aralar kaynayan kazan gibi. Bir yanda Trendyol, Hepsiburada, Getir gibi yerel devler alışverişin otobanı olmuş durumda, öte yanda Instagram, TikTok, YouTube gibi sosyal satış kanalları gaza basıyor.

Eskiden alışveriş dediğin sepete ürün at, kartı kaydır, iş bitsindi.

Şimdi öyle mi? Yok öyle kuru kuru satış.

Artık işin raconu belli: hikâye anlat, canlı yayın aç, influencer’a el sallat, tüketiciyi kolundan tutup sahneye çek.

Hele canlı yayınla satış (live commerce)… Türkiye’de daha emekleme aşamasında. Çin’e bakıyorsun; insanlar sabaha kadar telefon başında, yayıncı ürün satıyor, yüz binler izliyor, sepete dolduruyor. Burada da aynı fırtınanın kopması an meselesi. Bence yakında evde pijamayla oturan teyze bile canlı yayın açıp çeyiz seti satacak.

Bir de influencer meselesi var. Fenomen ekonomisi yalnızca popüler isimlerin elinde değil. Büyüklerin yanında mikro-influencer ve hatta nano-influencer pazarı büyüyor.

3.000 takipçisi olan Ayşe bile artık marka işbirliği yapabiliyor. Tüketici dev influencer’a bakınca hadi oradan diyor; ama komşu Ayşe’nin önerisi daha samimi geliyor. Güven başka bir şey işte.

Şirketler de boş durmuyorlar. AI (yapay zekâ) artık pazarlamanın gizli kahramanı gibi.

Chatbot’lar müşteri hizmetlerinde nöbet tutuyor, AI araçları kişiselleştirilmiş kampanya üretiyor, KOBİ bile logo, afiş, reklam görselini yapay zekâya çizdiriyor.

Orada ince bir çizgi var: vasatı yapay zekâ yapar, sıra dışıyı hâlâ insan çıkarır. O beklenmedik kıvılcımı, duyguyu, kahkahayı makine kolay kolay veremez.

İşin bir de ekonomi tarafı var.

Malum, enflasyon tüketicinin psikolojisini yeniden şekillendirdi. Artık kimse parayı sağa sola saçmıyor. Fiyat/performans kral.

Kaliteli ürün + uygun fiyat kombinasyonu varsa tüketici anında sepete ekle tuşuna basıyor. Bu yüzden 11.11, Black Friday, efsane cuma gibi kampanya günleri adeta milli bayram tadında. Tüketici o indirimi kovalarken gözleri ışıldıyor, markalar da kasayı dolduruyor.

Yalnızca fiyatla olmuyor bu iş. Tüketiciler değer arıyor.

Yerli markalara destek, millî duruş, bizim hikâyemiz gibi söylemler daha güçlü duyuluyor. Mahalle esnafı bile dijitalleşip Instagram’da bizim fırının 50 yıllık ekmek hikâyesi diye reels çekiyor. Storytelling markaların ötesinden yerel esnafın bile ana silahı haline geldi…

Gelelim gençlere… Z kuşağı, Alfa kuşağı… Bunlar başka bir evren. Onlar için marka demek üründen ziyade, değer, çevre dostu duruş, şeffaflık demek. Vestel, Arçelik, Anadolu Efes gibi büyükler de boş durmuyor sürdürülebilirliği kampanyalarının göbeğine koyuyor. Çünkü gençler sahteyi anında yakalıyor.

İçerik kral olmaya devam ediyor. TikTok, YouTube Shorts, Instagram Reels… Kısacık videolar markaların olmazsa olmazı.

Bir de yeni yeni filizlenen podcast reklamcılığı var. Düşünsene sabah işe giderken kulaklıkta podcast dinliyorsun, arada markalar sana kısacık ama zekice bir reklam bırakıyor. Radyonun modern versiyonu resmen.

İşin en güzel tarafı fiziksel deneyim geri döndü. Pop-up mağazalar, kampüs etkinlikleri, konser sponsorluğu… İnsanlar ürünle beraber anılar satın almak istiyorlar. O yüzden markalar ürün satayım kafasından çıkıp deneyim yaşatayım kafasına geçti.

Kısacası Türkiye’de pazarlama artık tek yönlü değil; çok kanallı, çok boyutlu, bol hikâyeli.

Bugünün formülü belli: İyi fiyat + güçlü hikâye + samimiyet + deneyim.

Marka bu dört taşı üst üste koyabiliyorsa tüketiciyle sağlam bağ kuruyor.

Sahnede yalnızca dev markalar yok, KOBİ’sinden nano-influencer’ına kadar herkes oyuna dahil. Dijital pazarlamanın Türkiye versiyonu tam anlamıyla mahalleyle metaverse’ün buluşması…