Atatürk’ten ilham alıp Kurtuluş Savaşı veren Tunus Devlet Başkanı Habib Burgiba’nın TBMM'deki tarihi konuşması!

Atatürk’ten ilham alıp Kurtuluş Savaşı veren Tunus Devlet Başkanı Habib Burgiba’nın TBMM'deki tarihi konuşması!
Atatürk hayranlığı ile bilinen, Tunus’un kurucusu ve ilk Devlet Başkanı Habib Burgiba’nın 7 Mart 1965’te TBMM’de yaptığı tarihi konuşmayı, Meclis tutanaklarıyla beraber ilk kez Yeniçağ’da okuyacaksınız….

erman-cimen-001.pngErman Çimen / YENİÇAĞ

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1950’li yıllarda, dış politikada tam anlamıyla ABD’nin dümen suyuna gitme politikası uygulandı. Bu süreçte Türkiye, NATO’ya girebilmek için Kore’ye asker göndererek oradaki savaşta aktif rol üstlendi.

O yıllarda Adnan Menderes ve hükümeti Türkiye’nin ancak Batı kampında yer alarak çıkar sağlayabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle Türk dış politikası sömürgelerde başlayan bağımsızlık mücadelelerine karşı bile sömürgeci devletlerin yanında yer alacak şekilde şekilleniyordu.

TUNUS, FAS VE CEZAYİR’E OYLAMA ŞOKU

O dönem Türkiye, Tunus, Fas ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde Birleşmiş Milletler’de verdiği oylarla NATO’da müttefiki olan Fransa’nın yanında yer aldı. Yine 13 Aralık 1952’de Birleşmiş Milletlerde Araplar Tunus olayları sebebiyle Fransa’nın kınanmasını istedikleri zaman, teklifin reddi için Fransa lehinde oy kullandı.

TUNUS DEVLET BAŞKANI HABİB BURGİBA’DAN MECLİS’TE TARİHİ KONUŞMA

İşte bu süreçten yıllar sonra Türkiye’yi ziyaret eden Tunus’un kurucu Devlet Başkanı Habib Burgiba 7 Mart 1965’te TBMM’de tarih bir konuşma yaptı.

Atatürk’e hayranlığı ile bilinen Habib Burgiba, Meclis kürsüsünde oylama ile ilgili büyük hayal kırıklığını açık açık belirtirken, Atatürk ve devrimlerine övgüler yağdırır ve konuşmasını ‘Yaşasın Türkiye’ diye bitirir…

portrait-officiel-de-habib-bourguiba-001.png

Burgiba konuşmasında şu ifadeleri kullanır:

 “1952 Martında, Tunus Hükümeti üyeleri iş­gal kuvvetlerince azil ve hapsedilmiş iken, Tunus, ilk defa olarak istiklâl dâvasının Güvenlik Konseyine götürmeye çabalıyordu. Ben de bizzat, Remada’ya, Tunus’un en cenup ucuna sürgün gönderilmiştim. Milletimiz o günler, kadın ve erkekleriyle beraber, sokak ve meydanlarda mitralyöz ateşini göğüslüyordu. Bizler de o anlarda dostlarımızın adedini sayıyorduk.

Her alâmetin bir kıymeti vardı, her yardım veya destek işareti bizim için büyük teselli idi.
Radyolarımızın başında heyecanla, Paris’te Chaillot sarayında cereyan eden Güvenlik Konseyi müzakerelerini takip ediyorduk.

Beklediğimiz kelimeleri söyleyebilen ve bize mücadelemizde sevk ve gayret veren bir adam ortaya çıkabildi ve ona minnettarlığımız ebedîdir. Bu Pakistan delegesi Ahmet Buhari idi.
Kısmen de Ahmet Buhari’nin cömert talakatı sayesinde, beş oy bizim, lehimize, yani Tunus meselesinin gündeme alınması yönünde tecelli etti.

İngiltere ve Birleşik Amerika aleyhte rey verdiler, fakat bizim için engin bir keder kaynağı olan, Türkiye’nin de aleyhte oy kullanması idi…

Şunu söyleyeyim ki bu vaka, bizim Türkiye için duyduğumuz hisleri sürekli bir şekilde değiştiremezdi.
Eğer iki Devletimiz arasındaki mü­nasebetler daimî bir dostluğun yan yana beraberliği şeklinde olmasıydı, bugün belki burada bulunmak ve sizleri de bize doğru bir adım atmaya davet etmek zevkine sahip olamayacaktım (Alkışlar).  Sizin sadece kendi politikanızın buyurduklarına itaate mecbur olduğunuzu bilenler arasında bulunduğumuz için, bugün Türkiye’nin küçük kayıtlardan kurtulmuş ve bir büyük devlet rolünü ifa etmesini görmekten, sevinç duymaktayız.”

İşte Tunus Devlet Başkanı Habib Burgiba’nın TBMM’de yaptığı o tarihi konuşmanın tamamı ve Meclis Tutanakları:

BAŞKANLIK DÎVANININ GENEL KURULA SUNUŞLARI
Memleketimizi resmen ziyaret etmekte bulunan Tunus Cumhurbaşkanı Ekselans Habib Burgiba’mn söylevi.. Muhterem arkadaşlarım, Dost Tunus Cumhurbaşkanı Ekselans Habib Burgiba, daha önce, 17 Mart 1965 tarihli Millet Meclisi birleşiminde alınan karar gereğince Meclis Kürsüsünden nutuk irade edeceklerdir. Kendilerini kürsüye davet etmekle ‘büyük bahtiyarlık duyarım.

Tunus Cumhurbaşkanı Habib Burgiba, milletvekillerinin şiddetli ve sürekli alkışları arasında kürsüye geldi. (Başkanlık Divanını ve Milletvekillerini selâmladı.)
(Fransızca olarak verilen söylevin Türkçesi aşağıdadır.)

TUNUS CUMHURBAŞKANI HABİB BURGÎBA
— Bay Reis ve bay milletvekilleri;
Siyasette bazen bir günün hisleri bütün bir ömrün dostluklarını unutturabilmektedir.
Bugün ‘huzurunuza gelip, iki memleketimiz arasındaki yepyeni bir bağın mevcudiyetinden bahsetmem abes olur. Ben daha ziyade bu bağı daima canlı ve zinde tutan şeyleri hatırlatmak isterim.
Bir Tunuslu için baylar, Türkiye hiçbir zaman yabancı bir sahil olmamıştır.

Halbuki bü­tün dünya bizi bir Türk boyunduruğu altında kalmış olduğumuza inandırmak istemişti.
Gerçi biz Tunuslular, menfaat gözetmeden bu ikna gayretinin yapılamayacağını biliyorduk.
Hakikatte bu boyunduruk, bir vesayetten, bir ittifaktan başka bir şey değildi.
Bugün buna bir Common Wealth denilebilirdi.

Hattâ, sizin sultanlarınız, bizim Tunus beylerinin vasileri olduğu müddetçe, onlar, bizlere başvurulacak son bir müracaat makamı, bir çeşit temyiz imkânı gibi görünmekteydiler.
O zamanlar, ne siz ne de biz, böyle bir sistemin müessir bir şekilde devamını sağlayacak ne idari imkânlara, ne de maddi güçlere sahip bulunmuyorduk. Sahip bulunsaydık, şüphesiz Magrip tarihi baş­ka bir cereyan alacak ve biz Tunuslular, yakmmazimizi gölgeleyen sömürge devrini yaşamayacaktık.

Daha bu asrın başında, Türkiye’deki bü­yük teceddüdün ilk alâmetlerini ve memleketimizin modern bir Devlet haline inkılâbını beklemeden, Tunus, bir içgüdüsü ile, bütün bir Doğunun ihtişamını paylaştığı, ve şan ve zaferle dolu bir mazinin vârisi olan Türkiye’ye ve Türk kardeşlerine doğru nazarlarını çevirmişti.

Vatanlarını terke mecbur olan ilk Tunus milliyetçilerinin sizin memleketinizde melce aramış olmaları çok manidardır. Ali Bas Hamba ve Hayrettin, Türkiye’de kendilerine sıcak bir barınak bulmuşlardı, hattâ bu sonuncusu kendisine burada bir kariyer dahi yapmıştı.

Benim hâtıralarımın gariye gidebildiği imkân nisbetinde, Türkiye’nin, mesafede ırak, fakat kalb ve düşüncede yakın, hem müphem hem âşinâ, fakat daima mümtaz bîr yerde olarak, hafızama nakşedilmiş olduğunu bilirim.

Daha lise talebesiyken, Sadıkî Kolejinde, okul defterimin ilk sayfasına şunları yazmıştım:
“Kahrolsun müstemlekecilik, yaşasın Türkiye…Bu cümlede bir ret ve bir ümit vardı. Türkiye ümidi temsil etmekteydi.

Daha sonraları, 1918 sonbaharında, sizler için keder dolu günler geldi ve biz Tunuslular bu acınızı paylaştık. Mondros Mütarekesinde sizlere zorla kabul ettirilen şartlar bizlerin kalblerinde, egemenliğimizi üç çeyrek asır yok eden meşum Bardo Mütarekesinin, 12 Mayıs 1881 de imzalanan bu acı vesikanın aynı ıstı­raplı yankılarını yaratmıştı.

Türkiye’nin, bu eski İslâm kalesinin de nihayet teslim olup sancağını indirmesi ve o zamana kadar Mısır ve Kuzey Afri’kanm tanımış olduğu tahakküm şeklinden hiç de daha az zorlu olmayan bir boyunduruk altına girmesini görmek, bizler için son derecede acı idi. Mağdur milletler için ümit artık erişilmesi gayrimümkün bir lüks haline mi gelmekteydi? Biran için biz ele öyle zannettik.
Bize öyle geliyordu ki, müstevliyi mağlûp etmek için onun karşısına, bizi yenmiş olmasını sağlı yan kuvvetlerden daha üstününü çıkarmaktan başka çare yoktu.
Fakat siz Türkler, bu «basitçi» tarih görüşünü bir kere daha tekzibettiniz…

Hattâ bu tekzibiniz bir mucize şeklinde tecelli etti. Tam mânasiyle bir yüz sene harblerinden mecalsiz, paramparça ve harabe halinde çıkan ve her türlü yorgunluğun da fevkinde bitap bir milleti birden çelikleştirmesini bilen bir adamın Atatürk’ün mucizesi... Sakarya Harbi, Sakarya zaferi, yirmi yaşımın en kuvvetli hâtırası olmuştur.

O zamanlar kendi kendime diyordum: Acaba ben de milletimi böylesine seferber edemez, onun ruhuna bu kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası nakşedemez miydim?
(Şiddetli ve sürekli alkışlar, bravo sesleri)
Lozan’da bir asker diplomat, İsmet İnönü, Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu büyük kalkınma eserini tamamladı. (Bravo sesleri, alkışlar)
Bu eser, sömürgeciliğin kökünden bertarafı, Devlet idaresinin, iktisadının ve gücünün Türkleştirilmesi,
yabancı nüfuz çevrelerinin son bakiyelerinin de tasfiyesiyle bereketli bir şekilde
gelişti… (Sayfa 629)

Ergin çağa eriştiğim zaman, Mustafa Kemal, bana, bir kahramanın tam örneği, komuta ve idare için doğmuş bir şef, milletinin kaderini değiştirmek için ondan gerekli her şeyi talep edebilen ve bütün sınırların da ötesinde bir lider olarak gözükmekteydi…

Paramparça vatanına yeni bir ruh vermeye muktedir olmuş, harice göz diken ihtiraslardan kaçınmış, fakat yine de millî gururu coşkunlukla yüceltebilmişti.
(Bravo sesleri)

Kanaatim şudur ki, Mustafa Kemal, memleketini uçurumun dibinden çekip ona itibarlı bir yer, yepyeni bir vakar verdiği ve böylece dehasını âleme kabul ettirdiği anlarda dahi. Birazdan izah edeceğim sebeplerle, Arap kardeşlerimizin çoğu bu muzaffer hamlenin öğretici değerlerini tam mânasiyle ölçemediler… Her şeyin kaybolmuş göründüğü anlarda, sadece irade ve inat kurtarabilirdi.

Mustafa Kemal ise, irade ve sebatın cüretkârane şekilde tecellisiydi, bunların birer örneğiydi.
Mondros Mütarekesi, Türkiye’yi yabancı devletlerin insafna terk etmişti ve şimdiden akbabalar, yere serilmiş bu müdafaasız koca gövdenin etrafında uçuşmaktaydılar,
işte o zaman, Mustafa Kemal, sizce de bizce de ‘vatan’ denilen o sihirli millet kelimesinin çevresinde, yok olan büyük bir Devletin bıraktığı öksüzleri birleştirdi.

İşte her şeyden mahrum iken, hem bir savaşı hem bir ihtilâli yönetmeyi başardı.
Yabancı kuvvetlere karşı savaş; daha az korkunç olmayan iş kuvvetlere, yani atalete, bâtıla, cehalete; ahlâki, siyasi iktisadi ve zihnî az gelişmişliğe karşı da ihtilâl…

Ve işte, o zamanlar bir maceraperest, bir çete reisi denilen bu adam, mağdurları, terk edilmiş, unutulmuşları, yani bu muazzam harekete girmek için tek işaret, tok jest bokliyen köylü kütlelerini dâvaya iştirake çağırdı. Hareket çarkına giren bu kütle, mağrur strateji üstatlarının, şüpheci politikacıların bütün hesaplarım allak bullak etti.

Bu bakımdan Mustafa Kemal’in şahsiyeti, halk kütlelerinin ayaklanması ve halk mücadelelerinin
öncüsü olmuştur. Bu mücadeleler onun ölümünden sonra da genişlemiş, Doğu ve Batı bloklarının arasındaki üçüncü dünyaya da sirayet etmiş ve onu sömürge tahakkümünden kurtarmıştır. (Alkışlar)

Bunlara rağmen, Atatürk hareketinin Arap memleketleri içinde epeyi tereddütler yaratması ve her zaman derin yankılar bulamaması­nın sebeplerini, şüphe yok ki, bu liderin din ve din müessesesine karşı takındığı tavırlarda aramalıyız.

Modern Türkiye’nin banisi için, o zamanlar, îslâm geleneği, durgunluk ve hareketsizlik mektebinin bir âmili gibi görünmekteydi. Başka bir deyimle, bir manivela değil, bir fren olmaktaydı. Her şeyi yenibaştan kurmak, bitmiş tükenmiş bir bünyeye taptaze bir enerji zerk etmek icabettiği bu yaman günlerde, hareketsizlik ve çökme arasında bir sebep netice bağlantısı vaz’etmek kolay idi. Tunus tecrübesinin ve tslâmm bize bütün gelişmeleri boyunca öğrettiklerinin ışığı altında, vardığı­mız kanaat öyledir ki, bu konuda bizim hükmümüz bu çok radikal yargılardan hissediliı*şekilde ayrılmaktadır…

Bâzı hallerde Islâmm uykusundan bahsedilmiş olduğu doğrudur.
Fakat pek çok defa, sebep netice ile karıştırılmıştır. Bâzı belirli ve zorunlu keyfiyet – meselâ sömürgeleşme hâdisesi – hayatını tabiî akışını durdurup, milletin normal terakkisini sekteye uğratınca, ruhlarda cesaretin kırılması ve imanın donup kalması mümkün olmaktadır…

Müesseselerin tarihinde, dinî duyguların tarihinde olduğu gibi «ölü zaman» denilen şeyler mevcuttur.
Bütün beşer camiaları, bu yeis ve terk etme fasılalarını yaşamışlardır. Manen, maddeten zayıf düşen bu halk kendi içine çekilir, fertler ise mevcut andan ötesini düşünmez olurlar, hattâ Allah’tan sadece yaşamaya devam etme müsaadesinden başka şey istemezler, müminler kendisinden, adalet etmedikçe de asuman büsbütün karanlığa gömülür… Ancak, ruhların bu bezgin ve uyuşmuş hali çok defa, gerçek değil, zahirîdir. Asli olmaktansa aldatıcıdır, bütün bunlar bir iç sây ve emeği gizlemekte, sasırfrcı silkinmek saklamaktadırlar.

Filozof Heraklit: «İnsanoğlu hiç­bir zaman faaliyetin dışında kalamaz. Uyku veya rüya halinde bile dünya olay^arma iştirak ve bir şey yapmaya devam etmektedir..» dememiş midir?

Çok zaman yoktur ki yabancı tahakkümündeki bütün memleketler gibi Islâmm da bu kaybolma ve karanlığın içine daldığma hükmedilmiş idi. Fakat bu hüküm yanlış olmuştur. Zira bu ülkeler şimdi zincirlerinden kurtulmuşlardır ve İslâm uyanmıştır. (Sayfa 630)

Zaten Mısır’­da Şeyh Mehmet Abdu, Pakistan’da Şair Mehmet İkbal gibi insanların dine getirdikleri fevkalâde destek inkâr edilebilir mi? Beraber ve mütesanit dâvaların bu iki önderinden birincisi kendini, muasır devrin icaplarına uygun bir İsâm fikriyatının elemanlarını kurmaya vakfetmiş, ikincisi ise, din aşk ve ateşini istiklâl mücadelesinin içine sevk etmiştir. Öyle ki, dua, dinî ve tefekkür ve şiir, vatan gayretinin ayrılmaz ve tamamlayıcı dayanağı olmuştur.

Bugün İslâm dünyasında müşahitleri hayrete sevk eden bir şey varsa, o da Islâmm hayat:’y°ti ve zamanı mı 7/n cemiyetine ve çeşitli güçlüklerine intibak kabiliyetidir. Sanayileş­ me çağının her yönlü değişmeleri, . bütün gelenekler için aynı meseleyi, yani köklerden kopma meselesini vazetmektedir. Yirminci asrın ekonomik ve sosyal bünyesine çekingen tepkiler gösteren bir Müslüman, ancak kendi ölçü­lerine sığdırabileceği dar bir İslâm dünyasına kapanmaktadır. Bu İslâm onu bir iklim değiş­mesine karşı muhafaza etmekte – hiç olmazsa o öyle zannetmekte – o da uçurumun bir kenarında geçinip gitmektedir.
Fakat bu bir istisnadır-. Buna mukabil ilim ve terakki istikametinde giden bir Müslüman ve onların hayırlariyle yekvücud olan bir Müslüman, İslâm geleneğinin genç1 ekmesine yardımcı olmakta, böylelikle İslama asıl evrensel karakterini verebilmektedir…

Unutmayalım ki Araplarda din, Devlete takaddüm etmiştir.
Din müessesesi Devletten evvel kanım yapmış ve yürütmüştür. Şu hakle, din, Devletin yanında ve Devletle beraber, yönetmeye, ilham vermeye, ahenk kurmaya muktedirdir ve öyle olmalıdır.
Biz bu iki varlığı, mutana kız değil de, birbirlerini tamamlayıcı olarak kabul ediyoruz, onları ayırmaktansa bircıtirmcnin daha doğru ve daha haki olduğunu zannediyoruz.

Müslüman toprağında lâik bir Devlet’in kurulması, münakaşa götürmez ki, Arapların çoğu için şaşırtıcı bir yenilik idi.

 Bu zamandan itibarendir ki Türkiye ile mağrip ve masnk ülkeleri arasında bir pürüz zuhur etti. Ve hem siz, hem bizler bütün menfaatlerimizin icabett’rdiği bir yaklaşmanın ve onun ^âhi takdirinin dışında kaldık ve yaşadık. Artık bu devreyi kapamanın, ne yolun güçlüklerinden ne de lisan açıklığından çekin— (Sayfa 631) meye bir dostluğu yeniden keşfetmenin icabettiğine, biz müdrikiz. Sizlerin de bunları böyle  ve aynı kuvvetle hissettiğinizi ileri sürersem, zannetmem ki fazla yandayım…

Biz, Türkiye ve Arap memleketlerinin birbirlerini anlamaktan kaçınmalarının, karşılıklı izahat için tereddüt etmelerini, bir araya gelmelerini ihmal etmenin bütün mahzurlarını, birçok vesilelerle ve acı ile derinden hissettik. Bu mahzurlu durum, sizler için de, bizler için de, bu dâvada kaybettiklerimizi gayet iyi bildiğimiz için, çok esef verici bir şeydi.

Atatürk için beslediğim bütün hayranlığı­mı biraz evvel ifade ettim.
Fakat ondan sonra daha da yakın mazide millî hayatımızın birçok devirleri bizler için çok kıymetli dersler olmuş­tur. Bunların içinde bilhassa en nazik olanı, yani İkinci Dünya Harbi devresinde, Türkiye siyasi basiretin, inceliğin ve suplesin bütün kalitelerini göstermemiş midir?
Bu vasıfları bizler için dikkat ve ibrete lâyık olmuştur.
Her taraftan tehlikelerle çevrili bir Türkiye, yeni ittifaklar yapmaya veya taahhütlerini inkâr etmeye
zorlanmasına rağmen, bütün taşkınlıklara, bütün iğvalara karşı direnmiş, sadece kendi salâmet ve emniyetinin emirlerine itaat etmiş ve neticede bütün muharip devletlerin tak-dirini kazanmıştır.
Bu devreyi gerçek bir diplomasi okulu olarak tarif etmekle mübalğa yapmış olmuyorum. Birkaç sene sonra belirli olarak tarif edilen, ve «pozitif nötralizm» diye isimlendirdiğimizi, siyasi tutum kaidelerinin de yine sizlerin bu devresinde tohum halinde bulduğumuzu ilâve etmeliyim.

Şu veya bu sahalarda bir çeşit ayrılma dolâyısiyle sizler ve bizler mütekabil tecrübe ve muvaffakiyetlerimizden karşılıklı olarak istifade edemedik. Kelimenin gerçek mânasiyle aramızda bir iş birliğinin henüz başlamadığını sizlere söylersem elbet yeni bir şey öğrenmiş olmıyacaksımz.
Türk ve Arap münasebetlerinin defterinde hayal kırıcı sayfalar fazlasiyle  mevcuttur.
Bunlar feda edilmiş şans ve fırsatların, kaybedilmiş iş birliğinin sayfaları­dır.
Ancak, bir iş birliği için birbirini anlamak farzdır. Bir dostun veya bir partöneri anlayabilmek için de evvelâ kendinizin de iyice anlaşılabilmiş olması şarttır. Bunları talebeden, (Sayfa 631) klâsiik âdetleri değil, fakat bizzat milletlerin diyalektiği, karşılıklı muhakeme sanatıdır.

Sizi temin ederim ki baylar, şu anda bütün Arap memleketlerinde Türk siyasetinin tutumunu,
gerekçelerini ve hedeflerini daha iyi anlayabilmek için ciddî ve samimî bir endişe mevcuttur.
Bu memleketlerin içinde ve bütün seviyelerde, Kıbrıs’taki Türk camiasının muhtemel akıbeti hakkında sizlerin beslediğiniz üzüntüyü idrak edenlerin sayısı çoktur. Bu ıstıraplı dâvanın, derin yaralar ve tamiri imkânsız ayrılmalara sebeb olmadan ve bilhassa oradaki Türk camiasının «bir adaletsizliğe kurban gittiği hissesine varmadan» halli, inanın ki bizlerin arzusudur. (Alkışlar)

Bu adaletsizlik hissî noktasında ısrar etmeme müsaade ediniz, çünkü belki de en önemli nokta budur. Öyle bir zamanda birçok şahsi felâketine katlanmaya pekâlâ razıdır da, yakınlarının veya kardeşlerinin hakkını yiyen bir kararı reddetmek için bütün gücünle ayağa dikilir.
Evet öyle bir zaman ki, bir beşer topluluğunun haklarına veya bütünlüğüne yapılan bir tecavüz, bu topluluğun bütün fertleri için teker teker şahıslarına yapılan bir hakaret ve saldırı haline gelebilmektedir.

Madem ki burada, hepimiz için aziz olan camiaların dertlerini anmaktayız, kurban olduğu kaba bir adaletsizliğe boyun eğmeyi reddeden bir milleti biz Arapların da itina ile gö­zetme vazifesi içinde olduğumuzu sizlere hatırlatmama  gücenmeyin.

Evinden, yurdundan kendi toprağından kovulmuş, himaye beklediği beynelmilel makamlarca da sürgün edilmiş bir halk, Filistin halkı, bir meseleyi hepimizin önüne koymaktadır. Ve bu dâvanın savsaklanmaması lâzımdır.

Bir «olup – bitti» yi kabul etmek, tasdik etmek kabil midir? Hem de bu olup bitti tecavüze
ve vatan çalmaya bir mükâfat şeklinde olursa?… Tahmin ederim ki, bâzıları bu Filistin faciasını, dâvası pek uzunca zaman edilmiş meseleler arşivine havale etmeyi tercih eyleceklerdir.

Fakat bizler böyle ihallerde ne mü­ruruzaman ne ilgisizlik ne ihmal ne de” yorgunluk tanımamalıyız…
gaspbedilmiş bir toprağa sokulup yerleştirilen İsrail Devleti, aynı müstemleke mantığı ile biz Arapların nazarında şekil bulmaktadır.

Düşününüz ki baylar, 1948 senesi bu çeşit teşebbüsler için son hudut senesi, tarihin iki büyük
cereyanının kesiştiği yerde bulunan bir sene idi. Eğer birkaç sene daha geçmiş olsa idi Filistin’in fethi tahakkuk edemezdi.

Arapların İsrail’e olan husumetini dinî veya ırkî çatışmalarla izah etmeye kalkmak ise, hem bu dâvanın mânasını deforme etmek, hem de Arapları moral bir kayba duçar etmek demektir. Bu dâvada dinî veya ırkî hiçbir mülâ­haza bahis konusu değildir ve bütün bunlar fikirlerimizden çok uzaktırlar. Filistin’de olup biteni sadece şu kelimelerle özetleyin: Bu sadece zorla ve silâhla yapılan bir istimlâk meselesidir.

Birçok muhitlerde bu yaranın hâlâ kapanmamış olmasına hayret edilmektedir. Nasıl kapanabilir?
Sömürgecilik dehşet ve zulüm kervanıyla beraber yürümüştür. Eğer bunların kurbanı olan milletler, bugün yaralarını sarmışlar ve eski tahakkümdü eriyle yeni ve güvenli münasebetler kurmuşlarsa, bu sömürgeciliği tasfiye hareketinin iki millet arasında her türlü diyalogu mümkün kılan bir sosyal ve beşiri nizam yaratabilmiş olmasındadır. Filistin’de ise, mesele hiç böyle değildir.

Gaddarlığın failleri, orada, sebep oldukları felâketleri tamir edecek, sonuçlarının
daha da feci olmasına gayret etmektedirler. Filistin’in şedit ve kaba bir şekilde taksiminden îsrail Devletinin kurulmasından sekiz sene sonra, 1956 da îsral’in Mısır’a tecavüzüne şahit olduk.
Süveyş savaşından sekiz sene sonrada da şimdi, ürdün nehrinin sularının çevrildiğini görmekteyiz.
Gaspın arkasından meydan okuma gelirse yeni tehditler devamlı şekilde eski tecavüzlerin üstüne aşılanırsa, adalet ve huzurun avdetinden nasıl bahsedilebilir?

Sisler için Arap âleminde isminizi yeniden bulmak ve yaymak kolaydır. Bunun için de masraflı bir propaganda gayretinin malûm imkânlarına müracaata lüzum yoktur. Bütün bunları, sadece birkaç jestin fazileti ile, Arapların dâva ve dertlerine göstereceğiniz ilgi ve sempati ile temin edebilirsiniz…

(1952 yılında Tunus Güvenlik konsiye’nde gördüşülürken Türkiye, yani Adnan Menderes hükümeti utanç duyulacak bir karar imza atar. Habib Burgiba bunu TBMM kürsüsünden açık açık söyler)

1952 Martında, Tunus Hükümeti üyeleri iş­gal kuvvetlerince azil ve hapsedilmiş iken, Tunus,
ilk defa olarak istiklâl dâvasının Güvenlik Konseyine götürmeye çabalıyordu.
Ben de bizzat, Remada’ya, Tunus’un en cenup ucuna sürgün gönderilmiştim.
Milletimiz o günler, kadın ve erkekleriyle beraber, sokak ve meydanlarda mitralyöz ateşini göğüslüyordu.
Bizler de o anlarda dostlarımızın adedini sayıyorduk.
Her alâmetin bir kıymeti vardı, her yardım veya destek işareti bizim için büyük teselli idi.
Radyolarımızın başında heyecanla, Paris’te Chaillot sarayında cereyan eden Güvenlik Konseyi müzakerelerini takip ediyorduk. Beklediğimiz kelimeleri söyleyebilen ve bize mücadelemizde sevk ve gayret veren bir adam ortaya çıkabildi ve ona minnettarlığımız ebedîdir. Bu Pakistan delegesi Ahmet Buhari idi.

Kısmen de Ahmet Buhari’nin cömert talakatı sayesinde, beş oy bizim, lehimize, yani Tunus meselesinin gündeme alınması yönünde tecelli etti.
İngiltere ve Birleşik Amerika aleyhte rey verdiler, fakat bizim için engin bir keder kaynağı olan, Türkiye’nin de aleyhte oy kullanması idi…
Şunu söyliyeyim ki bu vaka, bizim Türkiye için duyduğumuz hisleri sürekli bir şeVlde değiştiremezdi.
Eğer iki Devletimiz arasındaki mü­nasebetler daimî bir dostluğun yanyana beraberliği şeklinde olmasıydı, bugün belki buradabulunmak ve sizleri de bize doğru bir adım atmaya davet etmek zevkine sahip olamıyacaktım
(Alkışlar).
Sizin sadece kendi politikanızın buyurduklarına itaate mecbur olduğunuzu bilenler arasında bulunduğumuz için, bugün Türkiye’ni]1 küçük kayıtlardan kurtulmuş ve bir büyük devlet rolünü ifa etmesini görmekten, sevinç duymaktayız.

Sizlerle dosdoğru ve samimî konuştum. Temenni ederim ki, baylar, sizler bu samimiyeti yakın bir işbirliğinin birinci teminatı olarak kabul edesiniz öyle bir işbirliği ki, bütün şartlar iki memleketimizi de buraya doğru götürmektedir.

Meşgale ve dertlerimiz bazan farklı olmasına rağmen, zannediyorum ki aynı siyasi realizm telâkkisine sahibiz ve millî kaynaklarımızın rasyonel bir şekilde kullanılması ve geliştirilmesi için aynı arzuyla gayretlerimizi esirgemiyoruz. 2000 senesinin teknoloji medeniyetinde yerimizi alabilmek ve ona ahenkle katılabilmek için aynı dileklerle
hazırlanıyoruz.

Gelecek sene Tunus istiklalinin onuncu yılı­nı kutlayacağız.
Yeniden hayata kavuşan bir milleti organize etmek, onu sağlam bir yönetim çevresiyle teçhiz etmek, millî faaliyetleri bereketli kılmak ve mahsulün hesabını yapmak için,on sene çok değildir. Genel bir bilançodan bahsetmek belki iddialı olacaktır. Ancak, ben bu bilançonun pozitif olduğuna inanmak için kâfi sebebe malik bulunuyorum, öğrendik ve inşa ettik.

Aceleciliğin ve doğmatizmanın ifratlarından dikkatle kaçındık.
Bizim memleketimiz gibi bir ülkede, kendi toprağının ve sanayiinin mahsullerini ihracetmek; bir nazariyatçıdan diğerine değişen ve sonuçları da çok defa münakaşa götürür olan doktrinleri ithal etmekten çok daha önemlidir.

Başlangıçta gayretlerimiz nisbeten mütevazı hudutlar içinde olmuştur. Bugün ise daha iddialı hale gelmektedirler. Cemiyetin ve devlet cihazının içinde yapılan bünye reformları, modern icapların seviyesine yükselmek ve Tunus’a evrensel terakki alanında yerini vermek imkânlarını bahsetmiştir. Memleketimizin zenginlikleri yeni petrol araştırma ve çalışmalariyla ziyadeleşmiştir.
istiklâlimizin bu ilk on senesini bir formasyon devresi olarak kabul edersek, şüphe etmiyelim ki, onu takibeden on senede, bir verim ve inkişaf devresi olacaktır. Hamle başlamıştır, Makina dönmektedir. Adamlarımız iş ve eserlerinin başındadırlar…
(Alkışlar)

Madem ki senelerden ve yıl dönümlerinden bahsediyoruz, müsaade edin de sizlere bir hâtıramı nakledeyim. Zira bu hâtıra, mümkünse, benim bugün aranızdaki mevcudiyetimi sizlere daha iyi aydınlatabilecektir. 1951 senesinde Tunus’­un istiklâli için nihai savaşa – ölmek de dâhil her türlü tehlikelerin bulunduğu savaşa – atılmadan önce memleketinizi görmek, İstanbul’u ziyaret etmek istemiş ve Türkiye’ye gelmiştim.
Görüyorsunuz ki bu mukaddes ziyaret, neticesiz kalmadı. Meyvalarını verdi.
(Alkışlar)
Bizim sömürgeleşmemiz, sizin yenilginiz olmuştu.
Sizin Kemalist ihtilâliniz ise, bizlere maya oldu.
(Alkışlar)
Ondan sonra, siz de biz de, birbirimizi daha iyi tanımaya merak ve gayret etmeden, birden , bir müddet yol aldık. Şimdi ise, iki tarafın da istifade edeceği bir iş birliğini kurmanın elverişli saati gelmiştir. Bizim bütün
görüşlerimizi, bütün tercihlerimizi kabule yanaş­manızı telkin etmiyoruz:
Sadece onları dikkat nazarına almanızı istiyoruz.
Sözlerimi bitirirken, müsade edin de, vaktiyle mektep defterine çizdiğim kelimeleri şimdi tekrar ederek gençleşmenin zevkine kavuşayım:
Yaşasın Türkiye!,..
(«Bravo, sesleri» sürekli ve şidetli alkışlar)
Buna bütün Tunusluların yüreklerinde yer alan şu nidayı da katmak istiyorum:
Yaşasın Türk ve Tunus Milletleri arasından yeniden doğan kardeşlik!

(«Bravo» sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar) Tutanak Sayfa 633

habibtbmm1-001.jpeghabibtbmm2-001.jpeghabibtbmm3-001.jpeghabibtbmm4-001.jpeghabibtbmm5-001.jpeghabibtbmm6-001.jpeghabibtbmm7-001.jpeghabibtbmm8-001.jpeg