Türk Dış Politikasında Yeni Bir ‘Göreli Özeklik’ Dönemine Doğru

Türk Dış Politikasında Yeni Bir ‘Göreli Özeklik’ Dönemine Doğru
Kıbrıs'ta Rum vahşetini durdurmak için adaya çıkan Türkiye'ye ambargo koyan ABD, Türkiye'nin karanlık günlerinin baş aktörü. Akademisyen Kürşat Güç, Türk-ABD ilişkilerinin karanlık dönemlerine ve 15 Temmuz sürecini tarihi gerçekler ışığında değerlendirdi.

KÜRŞAT GÜÇ / ANALİZ

15 Temmuz darbe girişiminin ortaya çıkardığı sonuçlar sadece Türkiye’nin içerideki düzenini değil, aynı zamanda dış politikasını da etkileyerek uluslararası sistemdeki yerini yeniden tanzim etmesine neden olabilecek bir siyasal iklimin önünü açmış görünüyor. Kuruluşundan itibaren Batı ekseninde bir dış politika yürüten Türkiye, darbe girişimine karşı ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin tutumundan ciddi anlamda rahatsızlık duyduğunu en üst perdeden dile getiriyor. Batılı devletlerin Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı darbe girişimini görmezden gelmesi hatta tam aksi istikamette pozisyon almaları Türk siyasal elitlerinde ve karar alıcılarında Batı ile olan ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiği yönünde bir düşüncenin gelişmesine neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Ağustos’ta gerçekleştirdiği Rusya ziyaretinde, ortaya konulan tablo Türkiye’nin önümüzdeki süreçte dış politika terazisinde Batı lehine olan ağırlığın önemli bir kısmını Rusya başta olmak üzere Avrasya ve Doğu coğrafyasına kaydıracağının sinyallerini verdi. Darbe girişimi ile birlikte, Batının kendi çıkarları söz konusu olduğunda Türkiye ile olan müttefiklik ilişkisini Türkiye aleyhine kullanabileceğine dair değerlendirmeler ortaya çıkmaya başladı. Bu nedenle, önümüzdeki süreçte dış politikada çok yönlü bir siyaset izlenerek Türkiye’nin uluslararası sistemdeki özerkliğinin artırılmasına yönelik çabalar ortaya konulması kuvvetle muhtemeldir.

GÖRELİ ÖZERKLİK

Türkiye her ne kadar kuruluşundan itibaren Batı siyasal sistemi içerisinde yer alsa da dönem dönem Batı sisteminden ayrılmadan ve Batı ile olan ilişkilerine alternatifler oluşturarak dış politikasında göreli özerklikler elde etti. Bu göreli özerk dış politikanın en önemli örneği ise 1960-1980 arası dönemdir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan uluslararası sistemdeki kutup mücadelesinde Sovyetleri yakın tehdit olarak algılamış ve kendi pozisyonunu Batı yanında belirleyerek 1952 yılında NATO’ya üye olmuştu. Türkiye, NATO üyeliğinin Sovyetlere karşı kendisine bir güvenlik şemsiyesi oluşturacağını düşünüyordu. Bu nedenle de gerek NATO’ya üyelik sürecinde gerekse de NATO üyeliği döneminde 1960’lara kadar “ateşli” bir Batı müttefiki oldu. Fakat 1960’ların başından itibaren Türkiye, Batı ile ilişkilerini gözden geçirmeye başladı. Dış politikadaki bu revizyonun nedenlerinden bir tanesi her ne kadar uluslararası sistemde Soğuk Savaş’ın kısmi bir yumuşama (detant) dönemine girmesinin sunduğu fırsatlar olsa da en önemli neden Türkiye’nin NATO’ya bakış açısının değişmesi olmuştur. Türkiye’nin NATO’ya yüklediği anlamın sorgulanmasındaki en önemli etken ise 1962 yılındaki Jüpiter füzelerinin Türkiye’den sökülmesi ve Kıbrıs konusunda 1964 yılında Amerikan Başkanı Johnson’ın meşhur mektubuydu.

Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinin en temel motivasyonu, ittifakın Türkiye’ye Sovyetlere karşı bir güvenlik kalkanı oluşturacağı düşüncesiydi. 1962 yılında ABD ile Sovyetler arasında yaşanan Küba krizi ile birlikte ABD’nin Türkiyedeki Sovyetlere karşı kurulan Jüpiter füze sistemlerini sökmesi, Türkiye’de ABD’nin Sovyetlerle anlaşma uğruna Türkiye’yi Sovyetlere karşı gerektiğinde savunmasız bırakabileceği algısını oluşturmuştu. NATO ittifakına ilişkin Türkiye’nin yaptığı sorgulama, dönemin başbakanı İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” sözüne de zemin teşkil etmiştir. Türkiye’nin NATO başta olmak üzere Batı ittifakına ilişkin endişelerini ve sorgulamalarını zirveye ulaştıran ise Kıbrıs konusunda Amerikan Başkanı Johson’ın 5 Haziran 1964 tarihli mektubu oldu. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti beklenildiği gibi adaya barış ve istikrar getirmemiş, Rumlar adadaki Türklere karşı şiddet eylemlerini artırarak devam ettirmişti. 21 Aralık 1963 tarihinde “Kanlı Noel” olarak bilinen katliamın neticesinde Türkiye adadaki Türklerin haklarını korumak amacıyla garantör ülke sıfatıyla Kıbrıs’a müdahale hazırlıklarına başladı. Türkiye’nin harekat hazırlıklarını tamamlamak üzere olduğu bir dönemde, 5 Haziran 1963’te, ABD Başkanı Johnson Başbakan İsmet İnönü’ye bir mektup göndererek Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini onaylamadığını sert bir dille ifade etmiştir. Johnson’ın mektubundaki iki husus Türkiye’nin NATO ve ABD’ye olan bakışında ciddi anlamda bir kırılmaya neden oluyordu. Birincisi, Johnson Türkiye’nin 1947 antlaşmasına dayalı olarak elinde bulundurduğu Amerikan silahlarını, Amerika’nın izni olmadan kullanamayacağını ve ABD’nin de bu silahların Kıbrıs’ta kullanılmasına rıza göstermediğiydi. İkincisi ise Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahale neticesinde Sovyetlerin de Türkiye’ye bir müdahalede bulunması durumunda NATO’nun Türkiye’ye yardım etmeyeceğiydi. NATO’yu Sovyetlere karşı bir güvenlik şemsiye olarak gören Türkiye, ABD’nin bu tutumu karşısında adeta şoka uğramıştır. Türk siyasal elitlerinde ABD’nin NATO’yu sadece kendi güvenliği için kullandığı ve gerektiğinde Sovyetlerle yürüttüğü ilişki çerçevesinde NATO şemsiyesinin Türkiye için açılmayacağı inancı oluşmaya başladı.

ABD’DEN TÜRKİYE’YE AMBARGO

1964’ten itibaren Türkiye, dış politikada tek yönlü bir siyaset izlemenin milli güvenlikte oluşturduğu tehlikenin farkına vararak dış politikayı çeşitlendirme ve Sovyetler başta olmak üzere Batı-dışı dünya ile ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir. Her ne kadar Türkiye NATO’dan ayrılmasa da Sovyetlerle ticari ilişkiler kurulmaya başlanmış, Orta Doğudaki ülkelerle yakın temas sağlanmıştır. Bu dönemde Türkiye ABD’ye karşı da net tavır alıyordu. 1965’te Birleşmiş Milletler’de Türkiye ABD’nin Vietnam politikasına karşı çıkmış, ABD’nin talep ettiği Çok Taraflı Nükleer Güç’e katılmayı reddetmiştir. Yine benzer şekilde, Türkiye 1967 savaşında Batı’nın tersine İsrail’e karşı Arapları destekledi. ABD de Türkiye’ye karşı baskı mekanizmalarını uygulamaya koydu. 1970’lerin başında ABD baskısıyla Türkiye’de haşhaş ekimi yasaklanmış fakat 1974 yılında tekrar serbest bırakılmıştır. Johnson mektubuyla akamete uğrayan Kıbrıs Harekatı on yıllık bir gecikmeyle ABD’ye rağmen 1974 yılında gerçekleştirilme imkanı elde etti. Kıbrıs’ta kendi rızasına muhalif hareket eden Türkiye’yi cezalandırmak için ABD 1974-1978 yılları arasında Türkiye’ye silah ambargosu uygulayarak Türkiye’nin envanterindeki Batı menşeli silah ve askeri araçlar için yedek parça dahi ithal edememesine neden oldu. Silah ambargosuna tepki olarak Türkiye de ABD ile Ortak Savunma ve İşbirliği Antlaşması’nı 1975 yılında feshetti. Aynı zamanda Türkiye’deki ABD üslerinin kullanımını durdurdu.

Türkiye böylece, 1960’ların başından itibaren NATO’dan ve Batı sisteminden çıkmadan dış politikasını çeşitlendirerek görece özerk bir politika izlemiştir. 1979 yılında Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi ve aynı yıl İran’da Batı karşıtı bir molla devriminin gerçeklemesiyle Orta Doğu’daki Amerikan yanlısı ülkelerin birer birer Batı karşıtı cephede yerlerini almaya başlıyordu. Türkiye’nin de uzaklaşmasından endişe eden ABD, Türkiye’yi yeniden Batı ittifakı içerisinde sabitleyebilmenin yollarını aramıştır. 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte Türkiye’nin yeniden NATO ve ABD çizgisinde bir dış politikaya yönelmesi, 12 Eylül’ü ABD’nin desteklediği yorumlarını da kuvvetlendirmektedir. Zira, Doç. Dr. Mehmet Akif Okur’un geçen yıl yayınlanan ve CIA arşivlerine dayanan “Amerikan Belgelerinde 12 Eylül Darbesi” isimli makalesi, darbede ABD rolünü kanıtlarıyla ortaya koymaktadır.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ VE ABD

Türkiye 1980 sonrası Batı sistemi içerisindeki yerini tekrar almıştır. NATO’da Yunanistan vetosu kaldırılmış, Batılı anlamda bir serbest piyasa ekonomisinin altyapısı atılmış, Avrupa Topluluğu-Birliği ile üyelik süreci hızlandırılmıştır. Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla birlikte ABD’nin tek kutup haline geldiği dünyada ABD’nin öncülük ettiği projelerde Türkiye’de kendisine yer buluyordu. Özellikle 2002 sonrası AKP iktidarı ile birlikte Orta Doğu’da ABD destekli Medeniyetler İttifakı ve Büyük Orta Doğu Projesi gibi politikalar Türkiye tarafından da aktif katılımcı olarak desteklendi. Fakat bir yandan Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin üyelik müzakerelerini geciktirmeye ve hatta engellemeye yönelik politikaları 2011 sonrası Orta Doğu’da cereyan eden gelişmelerde ABD başta olmak üzere Batılı devletlerle Türkiye’nin yaklaşımlarının tezatlıklar içermesi Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerini yeniden sorgulamasına neden olmuştur.

15 TEMMUZ

15 Temmuz darbe girişimi ise Türkiye’nin ABD ve Batı ile olan ilişkilerini kökten sorgulamasına neden olacak bir zemini ortaya çıkardı. Türkiye’de seçilmiş bir yönetime karşı girişilen darbe teşebbüsüne ilişkin Batılı devletlerin yeterli tepkiyi ortaya koymaması hatta birçok Batılı siyasi ve sivil elitin darbe girişiminin başarısızlığına üzüldüklerini ima eden açıklamaları Türkiye’nin Batı’ya olan yaklaşımında Johnson mektubundakine benzer ciddi bir kırılmaya neden olmakta. Milli egemenliği, demokrasiyi, serbest seçimleri, hukukun üstünlüğünü esas alan bir zemine sahip olan Batı’nın mevzu Türkiye olunca anti-demokratik bir darbe teşebbüsünü makul-mazur görür tavrının Türkiye açısından kabul edilemez bir durum olarak değerlendirilmesi gayet doğaldır. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere devlet kademesinin ve iktidar-muhalefet ana siyasi yapıların bu duruma işaret etmeleri önümüzdeki süreçte Türkiye’nin dış politikada uzun vadeli etkileri olacak bir eksen sorgulamasının temellerini atıyor. Zira Türkiye’nin dış politikasını çeşitlendirmesinin ve tek bir eksene bağlı kalmamasının milli güvenlik açısından ne kadar elzem olduğu 15 Temmuz sonrası daha da sorgulanmaya başlandı. Bu doğrultuda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Ağustos’ta Rusya’ya gerçekleştirdiği ziyaret neticesinde Türkiye ile Rusya’nın ilişkilerini yeniden tamir ederek gerek ekonomik gerekse de siyasal alanda işbirliği vurgulamaları dikkat çekicidir. Suriye konusunda en başından bu yana iki uç kutupta yer alan Rusya ve Türkiye’nin meselenin çözümü noktasında daha da birbirlerine yakınlaşmaları ve işbirliğini kuvvetlendirmeleri muhtemeldir.

Türkiye’nin 1960-1980 arasındaki dış politikadaki göreli özerkliğine benzer bir süreci önümüzdeki dönemde de uygulayabilmesi için uluslararası konjonktür de uygun görünüyor. Avrupa Birliği kendi iç meselelerini çözerek Birliğin bir arada kalması ile meşgul olacağı bir döneme girdi. ABD ise bir yandan içerideki siyasal dalgalanma ile meşgul olurken diğer yandan da Pasifik bölgesinde Çin’in yükselişiyle mücadelenin öncelikli dış politika meselesi olarak görüyor. Dolayısıyla Batı sisteminin iki önemli dinamosu ABD ve Avrupa’nın öncelikli ilgi alanı Türkiye’nin içinde yer aldığı Orta Doğu olmaktan kısmen çıkmıştır. Böyle bir ortamda Türkiye; Rusya, Çin, İran gibi ülkelerle ilişkilerini tahkim ederek dış politikada daha özerk ve çeşitlendirilmiş bir konsepti uygulamaya koymayı deneyecektir. Fakat bu durum Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini koparması anlamına gelmiyor. Türkiye kurumsal altyapısı, dış ticareti ve ilişkilerin tarihi derinliği itibariyle Batı ile ilişkilerini devam ettirme zorunluluğundadır. Demokratik bir devlet örgütlenmesinin kuvvetlendirilmesi, toplumun refah seviyesini yükseltecek ticari ilişkilerin devam ettirilmesi ve küresel terör gibi katmanlı birçok sorunun çözümünde Batı ile ilişkilerin devamlılığı reelpolitik anlamda zaruridir. Bununla birlikte bir yandan Türkiye’nin en büyük ticari partneri olan Batılı devletlerle ilişkiler devam ettirilirken diğer yandan Batı sistemi dışında var olan ve her geçen zaman güçlenen aktörlerle ilişkileri kuvvetlendirmek Türkiye’nin önümüzdeki dönemde dış politika konseptinin önemli motivasyonları olabilecektir.

1960-1980 arasındaki Türk dış politikasındaki göreli özerklik dönemine benzer bir sürecin başında olan Türkiye’nin dış politik konseptini nasıl detaylandıracağı zaman ilerledikçe ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin kendi milli güvenliği ve çıkarlarını temin etmek için çok yönlü bir dış politika yürütürken Batı’nın bu duruma nasıl reaksiyon göstereceği de net değildir. 19860-1980 arasında Türkiye’nin Batı ile olan dalgalı ilişkisi ABD tarafından ambargolar ve yasaklarla istikrara kavuşturulmaya çalışılmış, o olmayınca da 12 Eylül ile ağır bir bedel ödeterek netice alınmıştı. Yeni dönemde Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerini sorgulayarak gevşetmesi Batı tarafından benzer bir bedel ödetme mekanizmasıyla karşılaşma ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır. Fakat 1980 öncesinden farklı olarak Türk kamuoyunda 15 Temmuz sonrası sürece ilişkin gerek siyasal gerekse de toplumsal olarak bir bütünlük ve dayanışma söz konusudur. Bir devletin dış politikasında göreli bir özerkliğe sahip olabilmesi için en az uluslararası şartlar kadar gerekli olan iç faktör tam da bu milli dayanışma ve bütünlüktür.