Türkiye’nin baltacıları kim?

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan,  “Bize oy versin vermesin, Türkiye’nin 76 milyonunun hükümetiyiz ve 76 milyona hizmet etmeyi kendimize ilke edinmişiz” dedi. Sormak lazım; evde zor tuttuğunuzu söylediğiniz yüzde 50’nin, diğer yüzde 50’yi oluşturan tencere tava çalanlardan şikayetçi olmasını istemek midir 76 milyonun hükümeti olmak? Demek ki böyle içi boşaltılmış sözler söylememek gerekiyor.
Kaldı ki tencere tava çalmak şöyle dursun artık belâ okumak bile tehlikeli... Baksanıza, Beşiktaş’ta Tayyip Erdoğan konvoyla geçerken, trafik ışıklarında bekleyen 40 yaşlarında bir vatandaş, belâ okuduğu  iddiasıyla gözaltına alındı. Bu kişinin gözaltına alınmasını protesto eden biri kadın, iki kişi de gözaltına alındı.
Ben böyle durumlarda Cüneyt Arkın’ın çok kullandığı bir ifadeyi tavsiye ederim:
-Hay Allah müstahakınızı versin!

 


***

 


Türkiye öyle bir ülke haline geldi ki, basın satın alınarak, polis ve yargı ise ele geçirilerek tutuklandı, böylece hukuk tutuklandı; bunların ardından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 500 subayı tutuklandı! Ordusunun komuta kademesi tutuklanan bir milletin kendisi de tutuklu sayılır.
Nitekim Yargıtay’da Balyoz Davası’nın temyiz duruşması devam ederken bir açıklama yapan avukat Nevzat Güleşen,  “Savunma öncesinde müvekkillerimle bir araya geldik. Kendilerine savunma konusunu açtığımda sadece güldüler” dedi. Türkiye’nin ağlanacak haline gülüyorlar elbette.
Nitekim MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural, basın toplantısında, yargı kararlarına yargı içinden de eleştiriler geldiğinin ifade edilmesi üzerine hakim ve savcıların yürütmenin baskısı altında olduğunu söyleyerek, yargının bağımsız ve tarafsız hale getirilmesi gerektiğini belirtti.
Hakim ve Savcılar, sadece yürütmenin değil, doğrudan ABD’nin baskısı altındadır. Amerikalı bir savcı, Türkiye’de Ergenekon ve Balyoz davaları başlamadan, özel yetkili savcılara seminer vermiştir! Bu skandal orta yerde dururken, özel yetkili mahkemelerden veya Yargıtay’dan olumlu bir sonuç çıkabileceğini zannetmek aptallık olur.

 


***

 


Peki ne yapmak lâzım?
Artık futbol sahalarında bile  “Her yer Taksim, her yer direniş” deniliyor. Sahte delillerle tutuklanan ve Silivri, Hasdal, Sincan, Hadımköy gibi cezaevlerinde bulunanlara yapılan haksızlığı ve zulmü yere göğe ve bütün dünyaya haykırmak gerekiyor.
İktidar, Amerikalı savcıyı ve onun üzerinden bütün bir yargı sistemini  silâh olarak kullanıyorsa, siz de uluslararası kamuoyunu silâh olarak kullanacaksınız. Mesela The Times’te yayınlanan ilanda, Erdoğan’a yönelik olarak  “Size 9 Ağustos 1949’da imzalanmış Konvansiyon uyarınca Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin bir üyesi olduğunu, 18 Mayıs 1954’te Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’nu imzaladığını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini tanıdığını saygıyla hatırlatıyoruz. Bunların sonucunda, beş masum gencin ölümüne sebep olan emirleriniz, Strasbourg’da bir davaya dayanak teşkil edebilir” denilmesi gibi...

 


***

 


Üstelik olaylar sırasında tıpkı Mısır’daki  “Baltacılar” grubu gibi, Türkiye’de de Başbakan’ın, İçişleri Bakanı’nın ve ilgili vali ve emniyet müdürlerinin bilgisi dahilinde, eli sopalı veya palalı timler kurulmuş, bunlar, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullananların üzerine ölümüne saldırtılmıştır. Suç işleyen palalılar ve adam öldüren eli sopalı katiller koruma altındadır. İktidar, böyle hukuk dışı yollara başvururken, istihbaratı da Gestapo teşkilatına çevirmek için yasa hazırlamıştır. İstihbaratçılara sorgusuz sualsiz adam öldürme yetkisi verilmektedir. Bu tür uygulamalar, iktidarın meşruiyetini kaybettiğinin göstergeleridir.

Yazarın Diğer Yazıları