Bundan 9 yıl önce atılan bir imza, hepimizin hayatını adeta karanlığa gömdü. Enerji tasarrufu adı altında, aslında toplumsal enerjimiz çalındı. Çocuklarımızın güvenliği, kadınların sokaktaki huzuru, işçilerin verimliliği yok sayıldı.
Bugün hala bu karanlıkta yürümemizin tek sebebi, siyasi inat ve masalsı veriler. Oysa halk sadece güneşli bir gün istiyor. Kış güneşi olsa da...
Evet, mesele sadece saat değil. Mesele, bir toplumun gün ışığına olan ihtiyacını anlamak. Ve mesele, karanlıkta yürüyen bir ulusun zombiye dönüşmesini izlemek değil, onu aydınlığa kavuşturmak.
Bir gün bu karar değişir mi bilemem. Ama bildiğim tek şey var, karanlığa mahkum edilen bir toplum, güneşi gördüğü an yeniden dirilir.
***
Daha gün doğmamışken sokaklara düşen minik adımlar... Çantasını sırtına vurmuş bir çocuk, gözlerini ovuşturarak servisin yolunu tutuyor. Bir yanda işine yetişmeye çalışan yetişkinler. Yüzleri asık, uykusuz, adeta birer gölge gibi akıp gidiyor kaldırımlardan. Güneş yok, ışık yok, sadece karanlık… Sanki zamanın kendisi bizden çalınmış.
2016’dan bu yana Türkiye, sabit yaz saatini (GMT+3) kullanıyor. O gün bugündür, sabahları karanlıkla boğuşuyor, akşamları yine karanlıkla karşılaşıyoruz. Gündüzü görmeden işe giren, akşamı görmeden işten çıkan yüzbinlerce insan var. Zamanında alınan bu karar, dönemin Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın imzasıyla, “enerji tasarrufu” bahanesiyle getirildi. Resmi gerekçe olaraksa, gün ışığından daha çok yararlanmak ve elektriği daha az tüketmek gibi nedenler sunuldu.
Peki gerçekten öyle mi oldu?
Enerji Bakanlığı verileri “20 milyar lira tasarruf sağladık” diyor. Gel gör ki, akademik araştırmalar, Elektrik Mühendisleri Odası raporları ve bağımsız uzmanlar bunun tersini söylüyor. Anlamlı bir tasarruf yok. Yani kağıt üzerindeki hesap, sahadaki gerçekliğe uymuyor. Ama kimse sormuyor. Tasarruf için kimin ruh sağlığını feda ediyoruz?
***
Bu karanlık uygulamanın kaldırılması için defalarca girişim yapıldı. CHP’li milletvekillerinin, bağımsız vekillerin verdiği kanun teklifleri oldu. “Sabahları çocuklarımızın güvenliği, çalışanlarımızın verimliliği” diye haykırıldı. Soru önergeleri, basın açıklamaları, raporlar… Ama sonuç? Hepsi ya gündeme alınmadı ya da çoğunluğun oylarıyla reddedildi.
Bir kez daha gördük ki, Türkiye’de gündüzü geri getirmek için bile çoğunluğun iznine ihtiyaç var. Ve çoğunluk, “enerji tasarrufu” masalıyla halkı karanlıkta bırakmaya devam ediyor.
***
Düşünün...
Sabah 07.00’de yola çıkan bir lise öğrencisi, karanlık sokakta yürürken içindeki korkuyla baş başa. Göz göze gelmekten çekiniyor, adımlarını hızlandırıyor. Aynı saatlerde işine giden bir kadın, boş bir durakta minibüs beklerken “Ya başıma bir şey gelirse?” kaygısı içinde...
İş yerine vardığında bile güneş daha yeni yeni doğuyor. Ama gün ışığını gören gözler, akşam olduğunda yine karanlığa kapanıyor. Bu döngü, insanı bir süre sonra ışığa hasret bir esir haline getiriyor.
Biyolojik saatimiz bozuluyor. Ruhumuz yorgun, bedenimiz uykusuz. Kimimiz gün boyu kahveyle ayakta kalmaya çalışıyor, kimimiz işe adapte olamadan günü bitiriyor.
Ve sonra akşam televizyon başına geçiyoruz.
İzlenilen dizilerin veya programların bitmesi gece yarısı 00.00’ı buluyor. İnsanlar, zaten ışığa hasret geçen günün ardından, “bir bölüm daha” diyerek gözlerini ekrana dikiyor. Ertesi sabah yine aynı kısır döngü. Uykusuzluk, yorgunluk, karanlık… Bir toplum, yavaş yavaş uyur gezer bir zombi ulusa dönüşüyor.
Zombilik mecazi değil. Biyolojik olarak da uykusuzluğun, depresyonun ve verimsizliğin kıyısındayız. Çocuklar derste uyuyor, çalışanlar işte hayal kuruyor, anneler-babalar yorgunlukla kavruluyor. Ama hala “enerji tasarrufu yapıyoruz” masalını yaşıyoruz.
Önümüzdeki günlerde yine "Çocuklar ve çalışanlar karanlıkta sokağa çıktı", "Veliler isyanda", "Kadınlar yürürken korkuyor" gibi başlıklarla haberler izleyeceğiz ve geçen senelerde gündeme geldiği gibi yine kimse bu konuyu ciddiye almayacak.