Umudun kayalık yolları, sabrın derin kuyusu!..

Uçsuz bucaksız ovadaki kayalıklar, güneşin kızgın ışıklarını bir ayna gibi yansıtıyordu...

Gecekonduların arkasında, kıpkırmızı topraklarda birer gümüş küpe gibi duran bağlar ise bölgedeki canlılığın belki de tek kanıtıydı...

Yakıcı sıcakta, içinde adeta gizemli bir serinlik barındıran mağaraların çevresinde, birkaç badem ağacının yeşile hasreti bitirdiği o bağlar, antika birer mücevher kutusunu da andırıyordu...

Küçük bağların çevresindeki mağaraların sessizliği biz çocukları öylesine içine çekerdi ki, tarihin eskilerine bir zaman makinesinden fırlamış gibi hissederdik... Hep şunu düşünürdüm o zamanlar; buralarda insanlar nasıl yaşıyorlardı acaba?..

Keşfe çıkmış minik bir kâşifin heyecanıyla dolaşırken o mağaraları, çok eski zamanlardan orada unutulmuş bir adamın karşımıza çıkacağı hissine de kapılırdık...

Bilirsiniz; gizemi henüz çözülmemiş mekânlar, insanın içinde küçük ürpertiler yaratırken, endişeyi dağıtan tek şey heyecan ve meraktır…

Yaşamın henüz ilkbaharında, bizi bozkırın ortasında yaşamaya mahkûm eden küçük dünyamızda ancak yeni keşiflerle ayakta durmaya çalışırdık...

Oyuncak denilen nesneyi henüz tanımadığımız zamanlarda; çamurdan traktörler, telden arabalar, bilyeden kaykaylar ve taştan "gülle"ler yapmaya çalıştığımız dönemlerde, gizem avcıları gibi olmaktan da geri durmazdık...

***

Cızlavet çocukları!..

Diyeceksiniz ki; briketten evler ve çamurdan sokakların çevrelediği, gri tonunun içinde renklerin bile yolunu bulamadığı, üstelik adı "Kötüler" e çıkmış bir mahallede hangi yenilik çıkacaktı ki karşınıza?..

Çok haklısınız; babalarımızın sınır boylarında ekmek peşinde olduğu bir dünyada, annelerimiz sayılarını bile unuttuğumuz küçük kardeşlerimizin bıktırıcı keşmekeşiyle debelenirken, biz yoksul yaşamlarımıza can katmaya çalışırdık…

İşte bu umutla o sabah, güneşin nazlarını henüz sarı saçlarından savurmadığı anlarda, kendimizi gölgenin serin kucağına atarak düştük yollara...

Salça sürülmüş kuru ekmekleri, tuza bulanmış peynirleri bir naylon torbaya koymuş, umudu gizeme katık ederek virane olmuştuk!..

O sabah, Urfa'nın terk edilmiş Kötüler Mahallesi'ndeki garip evlerimizden bayağı uzaklaştık... Evlerin arkasında, tarihin en eski platolarını andıran bir vadiden yukarıya doğru tırmanırken, buralardan belki de ilk kez geçen canlılar olmanın tuhaf heyecanlarını da yaşadık...

Oysa kim bilir, tarihin hangi kavimlerinden, hangi masum çocuklar bizlerden çok önceleri koşmuştu buralara... Olsun, onların bastığı topraklarda yürümek bile heyecan vericiydi...

Ayaklarımızda cızlavetlerle düşe kalka tırmandığımız tepelerin bağrında, uzaktan heybetli birer anıt gibi duran mağaraların çekiciliğine kilitlendik…

Belki binlerce yıl öncesinde, insanların içlerini oyarak barınma alanlarına dönüştürdüğü kayalıkların arkasında, işte beni hep düşündüren o upuzun kanalcıkların başına geldik...

***

Ahtapotun kolları!..

Hep şaşırırdım o kanalcıklara… Ne zaman, kim ve nasıl yapmıştı bunları?.. O sert kayalıkların üzerinde kalemle çizilmişçesine, bir pınarın yosuna bulanmış kirpikleri gibi upuzun akıp giden o incecik kanallar, hangi çaresizliğin umuduydu acaba?..

Çevrede bir tek ağacın olmadığı bozkırlarda, kayaların üzerinde şahmeran yavruları gibi iz bırakan küçük kanalcıklar belli ki, yağmur sularının birikmesini sağlamak için açılmıştı…

Keşfin yollarında küçük adımlar atarken kayalara oyulmuş kanalların çokluğu dikkatimizi çekti… O zarif kanallar öylesine muntazam işlenmişti ki, şaşırtıcı bir mühendislik harikasıyla karşı karşıyaydık…

Mağaralardan savrulan esintinin, limoni bir serinlik yarattığı atmosferde, çimlerin arasında nazlı gelinler gibi yatan çiğdemleri köklerinden çıkartıp açlığımızı gidermeye çalışırken yürümeye devam ettik…

Dağların yamaçlarında, adeta toprağın bekçileri gibi dizilmiş kayalıklardan aşağıya upuzun savrulan kanallar nice kollarıyla, uykudan henüz uyanmış bir güzelin upuzun saçlarını da andırıyordu...

Adeta suyun akıntısına mola verdirmek için kayalara aralıklarla oyulan havuzcukların hayranlık uyandıran zarafetine ise takılıp kalıverdik...

***

Sabır ve dirençle!..

Evlerimizden uzaklarda, tarihe çentik atan izlerin peşinde ve de güneşin altında yürümeye devam ettik… Sabırla, inatla ve heyecanla…

Kayalıklardan aşağıya doğru süzülen kanalların düz bir alanda buluştuğu her noktada, ürpertici kuyular ve sarnıçlar çıktı karşımıza… Kimi derin kimi geniş kimi de olabildiğince buhranlı ve karanlık…

Oldum olası, bana yalnızca gizemli değil, ürkütücü de gelen sarnıçların neredeyse tamamının içi boştu… Birçoğunun zemini taşlarla doluydu… Bir bölümünün tarih kokan duvarlarında, belki de eski insanların yaşam izleri vardı!..

Acaba tarihin hangi yüzyılından bu yana suyun umudunu taşıyordu bu kanallar?.. Kafamızda bu sorularla izleri takip ederken vadinin aşağılarına kadar geldik…

Karşımıza çok eski zamanlardan kalmış anıtları andıran derme çatma bir yapı çıktı… Birkaç küçük çam ağacının çevrelediği bu yapı, iki taş sütun ve üzerine yerleştirilen bir başka sütundan oluşuyordu…

Altında ise gizemi sevdalar kadar derin bir kuyu!.. Eski plastik bir kova, pasından tarih akan bir köhne zincir ve tahtadan, ilkel bir makara sistemi…

Hz. Eyüb'un yıllar boyu "çile" çektiği "mağarası"nın önündeki "şifalı kuyu"ydu bu...

Şunu anladım küçük yaşımda; insanoğlunun kayalara oyduğu "umut" yollarından süzülen yağmur suları, "şifa" verdiğine inanılan bir gizemli kuyuya da umut taşıyordu…

Birileri ülkenin ya da sizin yaşamınızı ne kadar karabasana çevirirse çevirsin, siz umudunuzun kollarını hep canlı ve uzun tutun…

Unutmayın; tüm sular bir pınarda buluşur ve geçtiği her yere can katar… Önemli olan, dağılmış güçleri bir umut yolunda bir araya getirmek değil mi?..

Umudunuzun tükendiği her anda, Urfa'nın Kötüler Mahallesi'nde yüzlerce yıl önce kuraklık ve çaresizliğe rağmen, kayalara su kanalcıkları açanların sabırlı ve dirençli mücadelesini sakın unutmayın!..

Hele de umudun, geleceğin, demokrasinin ve de aydınlanmanın yollarına taş konulan bu kaotik günlerde!..

Yazarın Diğer Yazıları