Üniversitelerde partizanlık...

Dünkü gazetelerde, mezuniyet notu ve Ales'i diğer adaylardan düşük olmasına rağmen ilahiyat mezunu oğlunu doktoraya alan dekan, eksik eğitimine karşı on bin dolar bağış yapana diploma veren üniversite, 379 bin liralık makam aracı alan rektör gibi haberler vardı. Aslında bu tür olaylar her devirde vardı ve fakat  rektörleri Cumhurbaşkanı doğrudan doğruya atamaya başladıktan sonra  tırmandı.

Artık Üniversitelerin tek hedefi; kadrolaşmadır. Nasıl ki devlet parti devleti olduysa, üniversiteler için de hedef parti üniversiteleri oluşturmaktır.

Gelişmiş demokratik ülkelerde rektörler mutlaka bir seçim süercinden geçiyorlar. Adayları ya öğretim üyeleri doğrudan doğruya seçiyor, ya da yine öğretim üyelerinin seçtiği aday tespit komisyonları ve/veya senatolar tarafından seçiliyorlar. İskoçya'da rektör doğrudan öğrenciler tarafından seçiliyor. Seçilen bu adaylar bazı ülkelerde doğrudan rektörlüğe başlıyor, bazılarında ise seçildikten sonra ayrıca atanıyor.

Türkiye'de 1980 darbesinden önce öğretim üyeleri doğrudan seçim yapardı. Atama yoktu. 1980 darbesi rektörlük işini zıvanadan çıkardı. 

Darbe sonrası ilk yıllarda Yüksek Öğretim Kurulu'nun önereceği ve yüksek öğretimden sonra en az on beş yıl başarılı hizmet vermiş tercihan devlet hizmetinde bulunmuş ikisi üniversitelerde görevli profesörlerden olmak üzere dört kişi arasından Cumhurbaşkanınca beş yıl için atanmaktaydı. Sonra 1992 de demokratikleşme hedefli olarak adayları öğretim üyelerinin doğrudan seçmesi için kanun teklifi verildi. Ama o zaman doğramacı YÖK'ü yine işin içine soktu.

Bu gün Cumhurbaşkanı üç yıllık profesörlerden doğrudan atama yapıyor.

Seçim yapıldığı dönemlerde de sağ-sol  sorunları olurdu. Ancak özerklik öğretim üyelerine ve rektörlere vicdani sorumluluk yüklerdi. Dahası öğretim üyeleri seçim yoluyla rektörleri denetlerlerdi. Rektörler de sorunları senatolarda , yönetim kurullarında tartışırdı. Bu gün Öğretim üyelerinin dışlandığı bir atama sistemi var ve  rektörlerin tek hedefi de  artık iktidar partisini mutlu etmektir.

Üniversitelerin partizanlaşması, hem öğretim üyelerinin kalitesinin düşmesine, hem de eğitim ve araştırmanın, kalite ve kantite olarak düşmesine neden oldu. Bu sonucu çeşitli uluslar arası kurumların sıralaması da gösteriyor.

Rektörler bağımlı olunca, iktidara uzak olan, bağımsız ve tarafsız kalmak isteyen öğretim üyeleri, bezdirme / yıldırma yoluyla akademik  hayattan uzaklaştırılıyor  yada bir vakıf Üniversitesine gitmek zorunda kalıyorlar. Bu şartlarda yarınından emin olamayan öğretim üyelerinin doğal olarak verimi düşüyor. Bu da topluma maliyet olarak yansıyor. Toplumun finanse ettiği bir beşeri sermaye atıl kalmış oluyor.

Kaldı ki idari özgürlük olmayınca akademik özgürlük te zaten kalmıyor. Akademisyenler eğitim ve araştırma faaliyetlerinde taraflı olmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca üniversitelerdeki dersleri YÖK'ün belirlemesi, Üniversitelerin ihtisaslaşması önünde bilim tarihinde görülmemiş bir köstektir.

Demokrat Parti iktidarında 21 Temmuz 1953 yılında Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edilmişti. Bu günkü partizanlık sisteminde ise tek partiye mensubiyet serbest, muhalefete mensubiyet fiili anlamda yasak demektir.

Yazarın Diğer Yazıları