Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Mevlüt Uluğtekin YILMAZ

Mevlüt Uluğtekin YILMAZ

Ustam Ömer Seyfettin...

Geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde eser vermiş edebiyatçılar içinde sadece Ömer Seyfettin'e derin bir hayranlığım vardır. Hayranlıktan da öte, Ömer Seyfettin, edebiyatta benim ustam gibidir. Öykülerimdeki üslubumun oluşmasında, sürpriz sonuçlarla biten kurgusu ve o yalın dili çok etkili oldu. İddia ediyorum: Dünyada sürpriz sonuçlu öykü yazanlar içinde Ömer Seyfettin, baş sırayı alır. Ondan sonra da ABD'li öykücü O'Henry gelir... Ama tüm bunların ötesinde, Ömer Seyfettin'e olan hayranlığımın temelinde Türkçe yatmaktadır. Çok söylendiği için sloganlaşmış da olsa, şu sözü çok severim: "Türkçe, Türklüğün ses bayrağıdır!"

Bilinir ki, biz Türkler, Arap ve Fars kültür sahasına girdiğimizde Arapça ve Farsça sözcükler bir ilmek gibi Türkçenin boynuna geçti; yıllar, yüzyıllar ilerledikçe bu ilmek iyice sıkmaya başladı...

Burada bir açıklama yapmam gerekiyor; ben, Arapça ve Farsça kökenli tüm sözcüklerin elbette karşısında değilim. Ben de kullanıyorum. Ama gönül ister ki, kullandığımız sözcüklerin tümü Türkçe kökenli olsun. Ne acıdır ki büyük dillerde bu olmuyor. Zaten olamaz da. Dil gerçekten zorlamaya gelmez. Bu bir zaman sorunu...

Burada bir soru gündeme geliyor: Dil konusunda zamanı nasıl verimli kullanabiliriz? Böyle bir sorunun yanıtı da herhalde şu olmalıdır: Yazarlar, şairler, gazeteciler Türkçe kökenli sözcüklerden yana olmalıdırlar! Hemen belirteyim; bu 'yana olmak' konusunda da çok katı davranmamak gerekiyor. Çünkü biz, "ayrıntı" mı, "teferruat" mı, "sorun" mu, "mesele" mi tartışmasıyla zaman geçirirken; çok daha yabancı olan 'detay' ve 'problem'' dilimize giriveriyor. Girmek de ne söz, girdi bile!

Ben, şimdi, burada "Türkçeleşmiş her kelime Türkçedir" gibi tartışmalara girmeyeceğim. Ziya Gökalp: "Leyl", "Kütüb" Arab'ın, "Gece" ve "Kitap" bizimdir, derken "Türkçeleşmiş" yabancı kökenli sözcüklerin 'masumiyetini' anlatıyordu. Doğrudur, sözgelimi 'kitap'ı kullanmaktan başka da bir şansımız şimdilik yok gibi...

Şunu demek istiyorum: Yoğun olarak 9. yüzyılda, Arap-Fars kültür sahasına girdiğimizde, bir tuhaf aymazlıkla Arapça ve Farsça'yı baş tacı etmişiz. Sultanlar, otağında Türkçe konuşurken, Arapça, Farsça'yı el üstünde tutmuş. Yazarlar, şairler, evlerinde Türkçe konuşurken, eserlerini Arapça, Farsça vermeye başlamış... Bir Türk çocuğu olan Uzluk Oğlu Farabi bunun en belirgin örneğidir. Eserleri Arapça'dır. Daha niceleri... Kaldı ki, Ali Şir Nevai'nin "Ey şiirlerini Türkçe yazmayan gençler. Biliniz ki, Türkçe Farsça'dan çok üstündür" diye, 15. yüzyılda dertlenmesi, uyarması; konunun dehşetini ortaya koymaktadır.

Evet, bugün eserlerimizi Arapça ve Farsça vermiyoruz; ama yoğun biçimde Arapça ve Farsça kökenli sözcükler kullanıyoruz.

Hele Türk dünyasına ne demeli?

Devlet kuruyorlar; Farsça 'istan' takısıyla devletlerini adlandırıyorlar. Türkmeneli demiyor, Türkmenistan diyor! Bizim, Latince "iye" takısını devlet adımızda kullandığımız yanlış gibi... Haydi diyelim ki biz 90 yıl önce böyle bir şey yaptık; o kardeşlerimiz 1990'larda niçin yanlış yaparlar ki? (Ben bu konuyu, Azerbaycan'da yayımlanan "Türk Budunlarının Ortak Ata-Babaları" adlı eserimde de belirttim.)

Türkçe kökenli sözcükler konusu önemli. Hem de çok önemli! Öyle devirler yaşadık ki; Anadolu halkının kullandığı güzelim Türkçe ile konuşanlar, Osmanlı'da aşağılanır olmuştu. Osmanlı tarihçisi Naima, Isparta Türkmenlerinden Katırcıoğlu Mehmet Paşa'nın, "Yağarnıma sumsuğu yiyince düşeyazdım" diye konuşmasıyla alay ediyor; "Katırcıoğlu Türkçe bilmez bir Türkmen'di" diyebiliyordu. Yani, saray beslemesi Naima'ya göre, o Arapça ve Farsça ile bezenmiş tumturaklı 'saray ve seçkinler dili' Türkçe; ama Anadolu halkının konuştuğu arı-duru dil, Türkçe değil öyle mi?

Bizim Yozgat-Sorgun'da yumruğa, hâlâ 'sumsuk' derler... Rahmetli anam sırtım demez, 'yağarnım' derdi.

Ve elbette bu durum; devlet yöneticilerinin Arapça-Farsça sözcüklerin hayranlığından uzaklaşmasıyla düzelecek bir konu.

Esen kalın efendim.

Yazarın Diğer Yazıları