Yaşlı yazarın son sözleri…

Yaşlı yazarın son sözleri…

Hayatımı verdiğim hatalı kararlarla alt üst ettiğim zamanlardı. Oysa ellili yaşlar pek de genç olmayan birini işaret eder. Akılcı kararlar alabilmek gerekir. Zira teorik olarak ömrün yarısı çoktan geride kalmış, epeyce bir deney birikimi sağlanmıştır. Ancak insan istediğinde ille de bilgelik merdivenlerinde bulamaz kendini deneyimi olsa da. Hata üstüne hata yaparsınız. Bocalar, bin bir türlü karar kırıntısıyla kendinizi avutur, akıl sağlığınızdan kuşkuya kapılır, bulunduğunuz yerden daha da diplere doğru kayıverirsiniz. Ama eğer birazcık da olsa hayatın yasalarından haberiniz varsa, bir tünelde olduğunuzu, hiçbir tünelin sonsuza kadar uzanmadığını ve ucunda mutlaka bir ışığın yolunuzu aydınlatacağını bilmeseniz de hissedersiniz. Ve bunu hissetmiştim bu yılın ilk aylarında. Kadıköy'de soğuk bir havada, bir akşam vakti kafede çayımı asık suratla yudumladıktan sonra oradan çıkmış, kendimi çarşıda bulmuştum. Yazının başında da değindiğim gibi başım dertteydi. Birkaç kitapçıya girip çıktım. Kafamda bir kitap ismi yoktu. Dahası kafamda hiçbir şey yoktu. Ancak güvendiğim hislerim, tam da kitapçıdan çıkarken bir dakika dedi bana ve geri döndüm.

Çok az sayfalı bir kitap buldum rafta. Kapağında yaşlı bir adam yazı masasında emek veriyordu. Dikkatle baktım. Aldım raftan ve sonra arka kapağını okudum. Satın alarak yakındaki bir başka kafeye attım kendimi. Çayımı getirdi garson. Yarım saat kadar sonra bir bölümü okuyordum…

"Korkmuyormuş gibi davranamam. Öte yandan içimdeki baskın duygu şükran duygusu. Sevdim ve sevildim, çok şey aldım ve aldıklarımın karşılığında bir şeyler verdim. Okudum, seyahat ettim, düşündüm, yazdım… Her şeyden önemlisi bu güzelim gezegende duyarlı bir varlık, düşünen bir hayvan olarak bulundum ve bu başlı başına müthiş bir ayrıcalık ve serüvendi…"

Bu yaşlı adamın adı Oliver Sacks'tı. Sekseni devirmişti. Ve kanser onu, yazıyı kaleme aldıktan 15 gün sonra bu dünyadan alıp götürmüştü…

Benim yıllarımı alan derdim mi? Lafı mı olurdu artık…

***

BEYEFENDİ

Gel de kendini anlat bakalım!

Bir zamanlar Beyefendi de otuzlu yaşları sürüyordu ve hayatta kalabilmek için bir iş tutması gerekiyordu. O gün bir görüşmeye gidecekti. Ve dediler ki aklı başında adamlar, "Aman ha, görüşeceğin müdür bey, asık suratlı, sert, sorgu yargıcı gibi biridir. Dikkatli ol. Adamın gözlerinin içine bak, konuşurken, özgüven dolu olmaya çalış. İşinde çok da yeni sayılmazsın, başarırsın" uyarısında bulundular.

Duşunu aldı, görüşme yapacağı binanın yakınında birkaç tur atarak, sorgu yargıcının karşısına oturmadan evvel prova yaptı. Kendine geçerli not verdi. İş hakkında epey bilgisi olduğu için gelecek sorular karşısında zorlanmayacağını düşünüyordu.

Ancak kazın ayağının öyle olmadığını müdürün ilk sorusuyla öğrendi:

"Bana kendinizi anlatın lütfen..."

Birden irkilir gibi oldu, zira kişisel bir soru beklemiyordu. Bu adam ne yapmak istiyordu acaba? Neden işle ilgili bir soruyla başlamadı? Yapacağım işle kendimin nasıl bir ilişkisi olabilirdi? Nereden başlamalı, neyi, nasıl anlatmalıydım? Saniyeler içinde bunlar geçti zihninden. Ve küçük bir ter damlacığının omuzlarının arasından beline kadar indiğini duyumsadı. Çok hafif bir beden hareketiyle kurtuldu damladan.

"İş hakkındaki fikirlerimi mi efendim, kişisel şeyler mi anlatmalıyım?" sorusunu sorabildi sonunda.

"Kişisel" dedi müdür, "siz nasıl birisiniz?"

Yahu bu adam muhtemelen az da olsa hakkımda bilgi sahibi, zira CV elinde. Ne istiyor olabilir?

Saniyeler içinde başlamalıydı kendini anlatmaya. Başladı da. Hayata ilişkin görüşlerini kısaca anlattı. "Daha özel" dedi müdür.

Rahatsız oldu, ama belli etmemeye çalışarak, derinlere inmeden bir şeyler anlattı hayatına dair.

"Teşekkür ederim" dedi müdür yüzündeki zoraki gülümsemeyle, "bizimle çalışırsanız insanlara soru sorarak hayatınızı kazanacaksınız. Ama gel gör ki, başkalarına soracağınız soruları kendinize sorup yanıtını alamıyorsunuz..."

İşi alamadığı için üzüldü elbette Beyefendi, ancak dev bir kazancı olduğunu çok geçmeden anlayacaktı. Kendi içine doğru yürümeye karar verdi. Ve önce kendini, sonra da insanı tanıdı. Hayatın  keyfini çıkarmaya yetecekti öğrendikleri...

***

İŞTE O KADAR

Kişi kim olduğunu bilmek isterse, kimleri sevdiğine baksın.

Mevlana

***

ÇOCUKÇA...

Fotoğrafın nerede, kimin tarafından ne zaman ve ne amaçla çekildiğine bakmadım bile. Sadece yavrularla bu kadar içten, hesapsız, çocukça diyalog kuran bu küçüğe baktım. Ve zihnime bir soru takıldı çok geçmeden… Bu çocuk, büyüyüp de hayatın bin bir türlü zorluğu, hilesi, karmaşıklığıyla karşılaştığında bile bu saflığının ne kadarını korumayı başarabilir acaba?

***

OKUYUNUZ

Aristokrat Madame de Prie gözden düşer ve kral tarafından sürülür. Ancak iktidar savaşları, entrika ve eğlenceden ibaret boş saray hayatı varoluşuna anlam katan tek şeydir. Bu sığ ve kibirli kadın, malikânesinde gösterişli eğlenceler düzenleyerek Paris'teki hayatını yeniden canlandırmaya çalışır. Ve yeniden dikkatleri üzerine çekebilmek için inanılmaz bir plan yapar... Stefan Zweig'in "Bir Çöküşün Öyküsü" kitabı, okura çok şey vaat ediyor...