Bir tasavvuf klâsiğinin başına gelenler...

Azîz dostlarım, on bir ayın sultanı olarak kabul edilen, günahlardan arınma zamanı ve insanı Rabbine daha fazla yaklaştıran bağışlanma ayı Ramazan’a ruhen iyi hazırlanayım ve beni manen yükseltecek iyi bir gönül eseri okuyayım da, o mübarek ayı şöyle dolu dolu yaşayayım istedim...
Bu konuda bana yardımcı olacak kitapların neler olabileceğini zihnimden geçirirken aklıma hemen “Kuşeyrî Risâlesi” geldi. Tasavvufu incelerken hidayete erip Müslüman olmuş bir Batılı ile bir zamanlar sohbet etmiştim. Çok güzel de Türkçe konuşuyordu. O sohbet sırasında Kuşeyrî Risâlesi’nden çok fazla etkilendiğini söylemişti. Ben bu kitabı henüz okumadığım için pek bir şey diyememiş ve ilk fırsatta okumayı kafama koymuştum. Nihayet geçen gün bir dostu ziyaretten dönerken büyükçe bir kitabevi gözüme ilişti, arabamı müsait bir yere park edip içeri daldım. Bu değerli eserin üç ayrı yayınevinden çıkan üç farklı tercümesi varmış. Fiyatları makuldü, o yüzden merakla üç değişik tercümenin üçünü de satın aldım. Birini kendime ayırır diğerlerini dostlarıma hediye ederim diye düşündüm.
Acaba bu tercümelerden hangisi daha güzel bir Türkçe’ye sahip bir göreyim dedim. Masama üçünü de koyup aynı yeri nasıl tercüme ettiklerine baktım. Ancak tercümeleri karşılaştırdıkça zihnim de karışmaya başladı. Bu karşılaştırmaları çoğalttıkça zihnim tam manasıyla allak bullak oldu. Çünkü yazarın, yani rahmetli Kuşeyrî’nin öyle mi, yoksa böyle mi dediğini anlamaz oldum. Artık bulmaca çözer gibi kitapların baştan, ortadan, sondan bazı sayfalarına bakıyor, okuyor, okudukça da moralim bozuluyordu.

Kızılderili mi, kırmızı derili mi?..

Zannederim Zünnûn Mısrî hazretlerini duymayanınız yoktur. Benim de gözüme ilkin onun adı ilişti. Daha iki satır bile okumadan “Babası Nevbî (Kızılderili) idi” cümlesini okuyunca şaşırıp kaldım. Kızılderili de nereden çıktı? Kızılderili tabiri Amerika’nın 1492’de keşfinden sonra gündeme gelmiş değil miydi? Zünnûn hazretleri ise 859’da vefat etmiş’... Nasıl olur da Kızılderili bir babanın oğlu olurdu? Dur bakalım, diğerleri ne demiş diye öbür ikisine baktım. İkincisi, aynı yeri “Babası esasında Mısır’ın en-Nevbe şehrinden gelmiştir. (Kırmızı derilidir)” şeklinde tercüme ediyor. Üçüncüsünde ise, “Babası Sudanlı bir zat idi” deniliyor.
Azîz okuyucularım, Zünnûn hazretlerinin babası Kızılderili miydi, Kırmızı derili miydi, yoksa Sudanlı mıydı? Hemen telefona sarıldım ve bu konuda beni aydınlatabilecek bir dostuma sordum. O dostum ki sık sık danışırım da kendisine, adını yazıp bir teşekür etmeme bile müsaade etmez... “Dostum”un ifadesi kısaca şöyle:
 “Bütün mesele Arapça en-Nûbe şeklinde yazılan, fakat hareke konulmayınca en-Nevbe olarak da okunan ülkenin bilinmemesinden kaynaklansa gerek. Nûbe, İngilizcede Nubia olarak bilinen, dilimizde Nübye veya Nubya da denilen Mısır ile Sudan arasındaki bölgedir. Eskiden orası bağımsız bir devletti.”
Bunun üzerine hemen interneti açıp Nubia kelimesine baktım. Şöyle deniyor:
 “Nubia is the region in the south of Egypt, along the Nile and in northern Sudan.”
 Tam da dostumun dediği gibi. Demek ki büyük mutasavvıf Zünnûn hazretlerinin babası ne Kızılderili, ne de kırmızı derili imiş, sadece Nubyalı imiş. Mütercimlerimizin bu savrukluğu affedilir şey değil.. Bunlar içinde Sudanlı ifadesi nispeten daha iyi.

’Fütüvvet’i kavrayamadım...

Tabii ki daha işin başında karşılaştığım bu durum benim bu tercümelere güvenimi sarstı. Rastgele bir sayfa daha çevirdim, bakın karşıma ne çıktı (s.295)
“Her şeyin bir değeri vardır, yalancının doğru söylemesinin hiçbir değeri yoktur, denilmiştir.”
Ben bundan bir şey anlamadım. Bakalım ikincisine (s.371):
 “Denildi: Her şey, bir şeydir. Fakat yalancının dostluğu hiçbir şey değildir.”
Aman ne berrak Türkçe! Üçüncüsüne bakalım (s.424):
 “Her şeyin (az çok) bir değeri vardır; bir yalancıyı tasdik etmenin ise hiçbir değeri yoktur (Sana yalan söyleyen kimse, senin adına da başkasına yalan söyler).”
Mütercimin parantez içindeki izahı yazarın tam olarak ne dediğini anlatmaya yetiyor mu bilmem.
Bir sayfa daha açalım ve okuyalım (s. 296):
“Ebu Osman Hîrî, ’Bir kimse hayâ hakkında konuşur ve konuşmasının mevzuunu teşkil eden hususta Aziz ve Celil olan Allah’tan hayâ etmezse, o kimse istidrâc sahibidir, (keramet sahibi) değildir’ demiştir.”
Bağışlayın, fakat ben ne deniyor anlayamadım. Ötekine bakalım (s. 373):
“Ebu Osman: Her kim ki hayâ hakkında konuşursa, konuştuğu için Allah’tan hayâ etmezse, o aldatılmıştır!”
“Aklıma mukayyet ol yâ Rabbi” deyip diğerini de okuyalım (s. 425):
“Ebû Osman demiştir ki: Kim hayâdan bahseder de konuştuğu konuda Allah’tan hayâ etmezse, o yavaş yavaş azaba yaklaşan biridir.”
Ey okuyucu, sen söyle, bu üç tercümeden acaba hangisi doğru?

Bir karşılaştırma daha yapalım...

Birincisi (s. 242):
“Sûfilerden biri: Hasetçi inkârcıdır. Zira Tek olan Mevlâ’nın takdirine rızâ göstermemektedir, demiştir. Hasetçi reis olmaz, (el-Hasûdu lâ yesûdü) denilmiştir.”
İkincisi (s. 285):
“Bazıları buyurdu: Hasedci inkârcıdır. Çünkü hasedci birinin hükmüne razı olmazdır. Denildi: Hasedci baş olamaz.”
Gelelim üçüncüsüne (s. 334):
“Bir tanesi demiştir ki: Haset eden kimse, inkâra düşmüş bir kimsedir; çünkü o, yüce Allah’ın hüküm ve taksimine razı olmamaktadır. Denilmiştir ki: Haset eden mesut olmaz.” Galiba bu sonuncusu doğru tercüme.

Son bir karşılaştırma...

İşte birincisi (s. 305):
“Fütüvvetin esası insanın ebedî olarak (başkası için ve) başkasının işinde çalışmasıdır.”
Demek ki köleler gerçek fütüvvet erbabı imiş de haberleri yokmuş!..
İkincisi (s. 388):
“Fütüvvetin aslı (manası), kulun daima başkasının emrinde çalışması demektir!..”
Ve üçüncüsü (s. 440): “Fütüvvetin aslı, bir kulun sürekli (Allah için) başkasının işinde koşmasıdır.”
Beni bağışlayın, ama ben bu fütüvveti kavrayamadım.
Okumaktan vazgeçtim!..
Benim azîz okuyucularım, yukarıdakilere benzer daha pek çok karşılaştırma yapıp sizi daha çok hayrete düşürebilirdim, fakat yerim yok. Şimdi elimizi vicdanımıza koyarak söyleyelim... İslâm’ın gönülden, içten ve Allah aşkıyla coşa coşa yaşanması demek olan tasavvufun önemini ve değerini bu üç tercümeden hangisini okuyarak anlayabiliriz?.. Sizce asırlardır bütün İslâm âlemini bu konuda aydınlatan ve yol gösteren Kuşeyrî hazretleri, böylesine karmaşık ve anlaşılmaz ifadeler kullanmış olabilir mi?
Tasavvufla ilgili en önemli eserlerden birinin bu kadar zavallı, bu kadar perişan ve bu kadar acınası bir Türkçe ile tercüme edilmiş olması benim yüreğimi dağladı. İslâm’ın fıkıh, kelâm, felsefe, tasavvuf konularındaki temel eserlerini tercümeye kalkışanlar, lütfen Arapçayı da Türkçeyi de iyi öğrensinler, ondan sonra tercüme etsinler.
Efendiler, dev şairimiz Bâki neredeyse Şeyhülislâm olacaktı!
Demem şu ki!.. Eski Müslüman Türk âlimleri, Türkçe’yi çok iyi bilirlerdi. Sizler de Türkçe’yi en iyi kullanan yazar ve şairleri bol bol okuyunuz ki, diliniz güzelleşsin ve bizler sizleri okurken sonsuz bir zevk ve haz alalım... Yayınevleri de tercümeleri Türkçeyi hakkiyle bilenlere kontrol ettirip ondan sonra yayınlasınlar. Böylesi klâsiklerimizi son derece kolay anlaşılır, kusursuz ve pırıl pırıl bir Türkçe ile çevirmek gerekir. Yukarıdaki gibi aksi bir tutum ise, hem o klâsiklere ihanettir, hem de Türk okuruna zulümdür.
Ben şimdi ne mi yapacağım? Bu yavan tercümeleri hiç kimseye hediye etmeyeceğim. Nefis, doğru ve rahat anlaşılır bir Türkçe ile çevirisi yapılıncaya kadar da Kuşeyrî Risâlesi’ni okumayacağım...

Yazarın Diğer Yazıları