Kore Savaşında rolüm... (2)

İzmir’den Amerikan Nakliye gemisiyle Kore’ye gitmek için, uzun ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra,  Japonya’nın Yokohama limanına uğradık, oradan da, Kore’de Pusan’a. Pusan’dan trenle karargahımızın bulunduğu Suwon’a vardık... Suwon, en fakir Anadolu köyünden daha yoksul ve köylüler yarı aç! Tugay onlara yardım ediyor... Evvelki Komutan, savaş yetimleri, için bir okul açmış. Köyün kadınları, çocukları Anadolu şivesiyle Türkçe konuşuyorlar... Birkaç yıl evvel Kore’ye gitmiştim; Suwon şimdi modern, büyük bir şehir. Samsung Elektronik Şirketinin bir fabrikası orada! Bir tepenin üzerinde de Mehmetçik abidesi var! 
Karargâh, bir iki barakadan çadırlardan ve sahra tuvaletinden oluşuyor... Bana şehit Albay Pamir’in çadırı düştü.
Yemekler barakada yeniyor... Birlik çok ekmek tüketiyor ama bizim Mehmetler Amerikan   ekmeklerini yemiyorlar.  Birliğin ekmekleri San Fransisko’daki bir Ermeni’nin meşhur “Ömer Hayyam” lokantasından geliyor...

Görevim
Kore’ye hareketten evvel beni Genelkurmay, Ankara’ya çağırdı ve Basın Halkla İlişkiler Daire Başkanı merhum Albay Cemal Yıldırım, beni Tugayın Basın Halkla İlişkiler subayı nasbetti.  Görevim; Tokyo’daki General Rüştü Erdelhun (sonra Genelkurmay Başkanı) başkanlığındaki “İrtibat Ofisi” ile Kore’deki Tugay arasında mekik dokuyup, gerek Türk basınına gerekse yabancı gazetecilere   Tugay hakkında bilgi vererek,  Birliğin  propagandasını yapmak olacaktı. Ne var ki,  “Kunuri” savaşından sonra, General MacArthur tarafından  “Kahramanların Kahramanı” ilan edilen “Kuzey Yıldızı”  Türk Tugayı’nın propagandaya ihtiyacı yoktu.  Tugay, Türkiye’nin, Türk milletinin propagandası  olmuştu...
(Tarihe not: İrtibat Bürosunun başı Erdelhun Paşa, 27 Mayıs’ta tutuklandı. Yardımcısı Yüzbaşı Sami Küçük darbecilerdendi.)
Seul’deki Basın Karargahında yabancı basına bilgi verecek, Tugayı ziyaret eden gazetecilere yardımcı olacaktım. Ve cepheyi dolaşarak elimdeki o zamanın, portatif,  kurgulu teyp makinalarıyla, er ve subaylarla konuşacak ve Seul’de, zimmetle bana teslim edilen büyük Magnavoz cihazında montajları yapıp Ankara Radyosuna gönderecektim... Er ve subayların konuşmaları, ailelere selamları Radyolarda yayınlanacaktı!
Bir gün, Tugayın Topçu uçaklarından birine binerek, düşman hatları üzerinden uçup pilot Üsteğmen Şumnu ile söyleşi yaptım. Uçaksavar mermileri uçak etrafında patlarken Üsteğmen durumu anlattı ve güzel dramatik bir konuşma oldu! Çok mutluydum....Ne var ki bandı kaydetmek üzere Seul’a götürünce büyük sukutu hayale uğradım... İlkel cihazda hiç bir şey kaydedilmemiş..
Bir defasında Tokyo’daki Amerikan Silahlı Kuvvetler Radyosunda Birlik için programlar yapıyorum... Cumhuriyet Bayramında bir program hazırladım. Kore’ye döndüğümde, radyoda programı dinlerken düşüp bayılacaktım... Programın sonunda, yönetmene bıraktığım banttaki  İstiklal Marşı çalacaktı. Ama yönetmenin gafletinden ya da hınzırlığından, komünist Enternasyonal marşı çıkmaz mı?
Seul’da Kanadalı bir hemşireyle tanışmıştım. O Pusan’da hastanede görevli. Telefonla konuşurdu. Telefon hatları bir iki kademeden geçiyordu. Bir defasında hanımın söylediklerini duyamıyor  “What what?..” (Ne, ne?..) diye soruyordum. Aradaki zenci  Amerikalı er sonunda,  “Allah belanızı versin. Kadın sizi sevdiğini söylüyor Sör!”  diye patladı!

O zamanki Seul
Bugün gökdelenlerle dolu Seul şehri o zaman harabe idi... Kanalizasyon olmadığı için atıklar evlerden küfelerle toplanırdı. Amerikalılar bunlara  “bal fıçısı”  adını takmışlardı. Ülke o kadar harabeye dönmüştü ki, aramızda Kore nasıl kendine gelecek diye düşünürdük. Maalesef bizi geçtiler...

Hastahane
Bir de meşhur TV dizisindeki Amerikan MASH  sahra hastanesi gibi hastanemiz, doktorlarımız vardı... Savaşın mesela,  Vegas muharebelerindeki gibi günlerinde yaralıları tedavi ediyorlardı... Bu arada yaptıkları bir hayır işi de vardı. Sünnetsiz erleri sünnet etmek!
Çok yaralı geldiği zamanlarda bizim erlerimizin ne kadar dayanıklı olduğunu gösteren öyküler var. Mesela çok ağır yaralı bir Mehmetçiğin sırasını ses çıkarmadan ayakta beklemesi gibi...

Eleştiriler
Tugaydan Çinlilere az sayıda esir düşmüştü ama diğer ülke esirleri, Çinlilerin beyin yıkama yöntemlerine yenik düşmelerine rağmen bizimkiler esarette bile emir komuta, rütbe sırasını bozmadılar ve hiç fire vermediler!
Bir Amerikalı gazeteci anlattı... General McArthur birliğin mevzilerini teftişe gelecek ve bizimkiler mevzileri çok başarıyla kamufle etmişler ama üzerine Türk Bayrağı dikmeyi de ihmal etmemişler.
Bir gün koruganlarda uyku tulumları içinde yatıyoruz ve üzerimizden kedi büyüklüğünde fareler geçiyor... Sabah, havan mermileri etrafımıza düşüyor ama bizim “bazı” Mehmetler siper üzerinde konservelerini yiyorlar...  “Girin içeri ulan”  diye bağırıyorum. İstiflerini bozmuyorlar;  “Bize değmez komutanım”  diye gülüşüyorlar....
Tokyo da bu savaşın ayrı bir cephesi. Sırası gelince bu safhayı da anlatırım.
İki şey ekleyim: Bizim Takımda üç Kürt kökenli er vardı... Mert çocuklardı aslanlar gibi çarpıştılar... Vegas muharebelerinde piyade gibi çarpışan istihkam birliğinin Komutanı sevgili Ahmet Ölçer ağır yaralanmış ve Diyarbakırlı bir er onu sırtında hastaneye taşımış...
Tugayımız İngiliz Gloucster alayı ilke Amerikan Deniz Piyade Tümeni arasında kalmıştı. Yıllar sonra rastladığım bir Amerikan subayı bana “Biliyor musun bizim en büyük güvencemiz sizin Tugaydı”  dedi...
Bu Amerikan Tümeni gerçekten üstün bir birlik subayları mert insanlardı.
Bir şafak vakti bu tümenden bir birlik keşif görevine çıkıyor. Başında, bıyıkları daha terlememiş genç bir teğmen var. Sordum “Korkmuyor musun?” diye. Genç titriyordu;  “Korkmaz olur muyum. İnanmazsan donuma bak!” Ama keşfe gittiler, görev  yaptılar. Amerikalılar, hele Deniz Piyadeleri ’Marine’ler’yiğit ve dost insanlardı... Bu insanlara şimdi ne oldu?

27 Mayıs
Kore’deki Komutanım sevgili Ahmet Ölçer yıllar sonra, 27 Mayıs’tan bir kaç gün önce makamıma geldi karşıma oturdu kalemini çıkardı bana verdi; “Asteğmen emrediyorum istifanı yaz” dedi. Darbe olacağını biliyormuş...  “Bağışla beni Komutanım. Ben gemiyi terke eden fare olmam” dedim. İki gün önce babama istifa edeceğimi söylemiş o da “Benim oğlum fare değildir gemiyi terk etmez” demişti. İstifa etmedim. Çok çektim ama gene de pişman değilim. Tecrübe kazandım!
Acı olan birkaç yıl sonra aynı birlikte bulunduğum subaylarla karşı karşıya gelmek oldu.
Özet olarak bu vatan için;  “kimimiz öldük, kimimiz de nutuk söyledik.” Anılar hoş bir seda olarak kubbede kaldı!

*****

Karagöz Kolleksiyonundan
4 TEMMUZ 1931

Kapakta “Matbuat Hürriyeti” bir kadın şeklinde resmedilmiş yanında elinde kanun (!) olduğu halde Karagöz var. Basın “İftira” ve “Küfür” patentli ve çok kızgın. (Muhaliflerin hücumları haddi açtı) başlığı altında Karagöz diyor ki: Ey muharrir Beyler, kalem yerine o keskin silahları kullanırsanız bileklerinize şu kelepçeyi vururum ha! Baksanıza matbuat hürriyetini ne hale koydunuz yahu.

*****

Bir Neyzen Tevfik vardı
Türkiye’nin,  İstanbul’un tanınmış simalarından bir Neyzen Tevfik vardı... Kıvırcık beyaz saçlarıyla, biraz pejmürde kıyafetiyle tanınırdı. Neyzen adıyla müsemma, nefis ney üflerdi... 1879’da Bodrum’da doğmuştu, 1959’da İstanbul’da öldü. 1940’larda Vatan gazetesinde çalışırken gazeteye gelirdi. Ben de onu orada tanımak, meclisinde bulunmak ve dörtlüklerini kendi ağzından işitmek ve neyini dinlemek mutluluğuna nail oldum... İşte Neyzen Tevfik’ten bir demet:
MEBUS: Kime sordumsa seni / Doğru cevap veremediler / Kimi alçak, kimi hırsız /Kimi deyyus dediler / Künyeni almak için Partiye ettim telefon/ Bizdeki kayda göre / O şimdi mebus dediler!..
Neyzen’e sormuşlar: “Çalarken mı neşelenirsin yoksa neşelenince mi çalarsın” diye... O sıralarda zamanın Maliye Bakanı hakkında dedikodular ayyuka çıkmıştır:  Neyzen cevap verir;  “Ben Maliye Bakanı değilim ki çalarken  neşeleneyim!”

Yazarın Diğer Yazıları