Benim lokantalarım

Allah gani gani rahmet eylesin Salih diye bir çizer vardı; dergilerde eski günlerin adet ve mekanlarını anlatan resimler çizerdi. Ben de o dönemde nostaljiden hoşlanırdım... Şimdi ahir vaktimde bu köşemde eski günlerimi ve o günlerdekileri genç kuşaklara anlatmaya çalışıyorum...
Bugün özellikle İstanbul’un eski aşçılarını ve adları  “restoran”a çıkmadan önceki “lokantaları” anlatmaya çalışacağım..
Beyoğlu’nda Parmakkapı’da meşhur Hacı Salih vardı. En güzel Türk mutfağı oydu... Sonra karşı sırasında “Abdullah Efendi”. Daha lüks, daha pahalı ve ünlülerin lokantası.. Babamız bizi oraya götürürdü. Yahya Kemal devamlı müşterisiydi. Sonra oğlu Hikmet Bey restoranı, Emirgan sırtlarına taşındı. Galiba artık yok!
İstanbul’un diğer ünlü lokantası Karaköy’deki Tokatlı.. Orada da en güzel Türk yemekleri yenirdi
Gene Beyoğlu’na çıkınca alafranga “İtalyan” Degüstasyon ve Alman “Fişer” Türkuaz sonraları Tepebaşı’nda Macar Çardaş ve Ayazpaşa’da Rus Lokantası!
Ve tabii, İstanbul’da Park Otel’in Ermeni Karabet Efendi tarafından işletilen müzikli -cazlı- ve nefis alafranga yemekleriyle meşhur lokantası...
Atatürk, buraya da sık gelirmiş. Baba Karabet’in anlattığı bir olay var:  Atatürk bir akşam arkadaşlarıyla orada yemek yerken birden elektrikler sönmüş. bir kaç dakika sonra ışıklar yanınca manzara şu: “Mutad zevat denen ve Mustafa Kemal’den hiç ayrılmayan kişiler ellerinde tabancalar vücutlarıyla ona siper olmuşlar!” Geçenlerde Engin Ardıç’ın “çevresindekiler” diye aşağılamaya kalkıştığı kişiler işte bunlar...
Lokantaların şahı Ankara’da Taşhan’da açılıp, sonra Ulus’ta daha lüks bir lokal olan  “Karpiç”. Atatürk oraya da sık sık gelirdi. Ben de bir defa onu orada gördüm!
Rus Ermenisi olan “Baba Karpiç” sevimli bir adamdı. Şişmanca güleç ve beyaz Rus gömleğiyle masaları dolaşır müşterilerle bizzat meşgul olurdu.. Biz gazetecilere özel tenzilat yapar hatta veresiye yemek yediriridi.
Hatırlı müşterilere meyve, daha hatırlılara havyar ikram ederdi... Bir defasında  yeni seçilmiş bir milletvekiline havyar çanağını götürmüş, bir iki kaşık alsın diye. Bakmış, adam çala kaşık havyarın hepsini yiyor; Rus şivesiyle  “Mecbur değilsiniz hepsini bitirmek” diye müdahale etmiş... Geceleri bahçede ünlü kemancı Darvaş çalar ve onun müziğiyle dans edilirdi...
Ankara’nın diger lüks lokali, Karpiç’in metrodoteli Süreyya’nın (Serge’in Süreyya’sı) açtığı lokanta idi. Ve orada da borç çorbası içilir, kievski yenirdi.
Denebilir ki Ankara’da siyaset, eğlence ve yaşamın kesiştiği üç yer; Ankara Palas Oteli, Karpiç ve Süreyya idi.
1950’den evvel muhalefetin ağır toplarından; Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Demokratlar akşamları Karpiç’in barında buluşur, biz gazetecilerden haber beklerlerdi.
Lokanta denince; İstanbul’da mısır Çarşısı’da Pandeli ve sahibi Pandeli ustayı unutmak mümkün mü! Tezgahın öte tarafından müşterilere müdahale eder  “Sen ondan anlamazsın, bunu ye” diye başka bir yemek verirdi!...
Ve İstanbul’da Galatasaray’da iki Beyaz Rus kız kardeşin işlettiği  “Rejans” restoranı... (Rejans; Naiplik anlamında)  Rejans, bütün tarihi boyunca, her dönemde daima en seçkin kişileri ağırlamıştır.
Biz  “Beyoğlu mahfili”  muhabirleri de Sovyet ihtilalinden sonra İstanbul’u istila eden Beyaz Ruslardan, ünlü  “Grand Dük” eskilerinin şef garsonluk yaptığı bu lokantaya giderdik. Atatürk’ün de Rejans’a sık sık geldiği söylenir. Franz Von Papen, Alman sefiri iken bir kez uğramış, pek beğenip alışkanlık edinmiş Rejans’ta akşam yemeği yemeyi. Peki başka? İşte “renk cümbüşü” orada başlıyor. Casusların cirit attığı 1940’ların İstanbul’unda Rejans’ın bir çok romantik “espionage” filmine konu olabilecek buluşmalara sahne olduğu rivayet edilir.
Harp yılları deyince aklıma geldi... Meşhur Park Otel’in zemin katında yabancı gazetecilerin ve casusların uğradığı bir gece kulübü vardı. “Snake Pıt” Yılan Yuvası derlerdi. Müttefiklerle mihver devletlerinden gelenler olurdu... Kulüpte Edi adlı bir piyanist çalardı.
Bir akşam ben de oradayken Almanlarla Amerikalılar arasında arbede çıktı. Amerikalılar Edi ’den kendi parçalarını çalmasını, Almanlar da Nazi Horst Wessel şarkısını çalmasını istiyorlardı. Zavallı Edi ortada kalmıştı. Kovboy filmlerindeki gibi  “Lütfen piyaniste dokunmayın” diye yalvarıyordu...

+++++

Karagöz
Kolleksiyonundan

18 Şubat 1931

İsrafa nihayet veriliyor!..
Kapakta, Türkiye’nin bütçe meselesi resmedilmiş. Kırtasiye, harcırah, tahsisat, inşaat giderlerinin bütçeyi uçurduğu görülüyor.
Tasarruf ve yerli mallar ise bütçenin dışında mahzun mahsun duruyorlar.
Karagöz, yanında Hacİvat olduğu halde bütçeyi havalandıranlara seslenerek diyor ki:
- Yandıııııı!.. (bütçeyi şişirenlerin yerlerini, tasarruf ve yerli mala terketmesini isteyerek) Ey afacanlar, haydi bakalım artık siz inin aşağı, sıra bunlara geldi!...

+++++

FIKRALAR

Kime ne lazım?
Yüce Allah kıyameti koparmaya karar vermiş; beş sevgili kulunu, bir İngiliz’i, bir Fransız’ı, bir Alman’ı, bir Amerikalı ve bir de Türk’ü çağırmış; “Şu saatte, şu yerde en önemli şeylerinizle bulunun, sizi kurtarırım” demiş. Kıyamet gününde İngiliz viski şişesiyle, golf takımı ve şemsiyesiyle; Alman gramofonu, tüfeği ve birasıyla; Amerikalı otomobili, televizyonuyla; Fransız karısı, metresi ve şarabıyla gelmiş... Türk de 12 fotoğraf, ikametgah belgesi ve nüfus kağıdı örneğiyle gelmiş...

*****

Kaç şeritli olsun?..
Allahın çok sevdiği bir kulu varmış. Ona bir iyilik yapmak istemiş! Çağırmış;  “Sen çok iyi bir adamsın hep hayırlar yapar ve hep bana dua edersin. Seni ödüllendirmek isterim, dile benden ne dilersen” demiş Adam “Ben İstanbul’dan Yalova’ya çok sık gidip gelirim. Bana İstanbul’dan oraya bir köprü yap ki kolay gideyim Allahım” deyince, Allah “Ben Allahım; yapmasına yaparım da alengirli bir iş. Benden daha az komplike bir iş dile” demiş. Adam bu sefer “Öyleyse söyle Tanrım; kadınlar neden böyledirler?” deyince Allah sormuş; “Köprü kaç şeritli olsun?” 

Yazarın Diğer Yazıları