'Mezhep' orijinli politikaya bulaşmamalı!

Türkiye’nin dış politikası, bunca hatadan ve inattan sonra dengesini tamamen yitirmiş bulunuyor.
Ne yazık ki, AKP iktidarının özellikle son aylarda; dış dünyada üst üste yediği “şamarlar”  bunu ispatlıyor.
Türkiye’nin uzun menzilli füze ve hava savunma sistemi için Çin’e “göz kırpıp” güya Batı’ya “mesaj” vermeye kalkışması, tehlikeli tırmanışı tetiklediği biliniyor.
Nitekim; Türkiye’nin uzun menzilli füze savunma sistemi alımında Çin lehinde bir tercih yapmasına Batı’dan sert eleştiriler geldiği de unutulmuyor.
Ankara kararının “Washington ve Brüksel’de şok yarattığı” belirtilirken “Türkiye, akıntıya kapıldı” , “Türkiye, dış politikasında yolunu kaybetti” gibi yorumların yapıldığı hatırlanıyor.
Hele, AKP iktidarının Avrasya Gümrük Birliği’ne girmeye kalkışması, başka kritik bir hamleyi işaretliyor.
Obama-Putin görüşmesinin öncesi ve sonrasında, Başbakan Erdoğan’a her hangi bir bilginin verilmemesi hatta liderlerle başa başa görüşme fırsatı tanınmaması, uzun süredir saklanan “dışlamayı” su üstüne çıkarırken, Türkiye’nin yalnızlığı gittikçe büyüyor.
Üstelik, Başbakan Erdoğan’ın Rusya lideri Putin’den ikinci defa “Şanghay Beşlisi” ne girme isteğinin cevapsız bırakılması, çaresizliğimizi işaretliyor.
Batı ile İran arasında yapılan anlaşmada da Türkiye’nin yer almaması, içine düşülen durumun “vahametini” açıkça gösteriyor.
Tabii ki, Suriye sorununda “yalnız” bırakılmaktan tutun, Mısır’ın ilişkilerini kesmeye kadar Orta Doğu’da yitirilen prestijin doğurduğu  “hassas” atmosferi de unutmamak icap ediyor.
Üstelik, Irak’ın Kuzeyi’ndeki oluşumdan sağlanacağı düşünülen petrolün, “imza” töreninin durdurulması, aslında Türkiye’nin dış politikasının “dondurulması” anlamına geliyor.
Oysa, Büyük Önder Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini muhafaza edebilseydik, belki de dünyanın “saygın” ülkeleri arasında olabileceğimizi düşünmek gerekiyor.
Gerçekten de Türkiye; Doğu ile Batı arasında bir “köprü” olmanın yanı sıra özellikle Orta Doğu’da “söz sahibi” veya “saygın” olmanın koşullarını ve stratejisini yitirmenin sancısıyla kıvranıyor.
Türkiye, Batı ve Orta Doğu’dan o kadar uzaklaşmış ki, kendisini “Kaf Dağı” nın ötesine atmak zorunluluğunu duyuyor.
Her ne kadar iktidar, bir teselli olarak sığındığı “saygın yalnızlık” içinde daha etkili ve güçlü bir konumda olduğumuzu veya olabileceğimizi ısrarla öne sürüyorsa da, “görünen köye kılavuz istemiyor.”
Bir fanteziden öte hiçbir anlamı ve işlevi olmayan “saygın yalnızlık” insana bir zamanların Arnavut’unu hatırlatıyor.
Türkiye yangın yerine dönenen Orta Doğu’da, neredeyse tek başına kalmış görünüyor.
Gerçi, bir-iki Körfez ülkesi Türkiye’yi hem maddi hem manevi bakımdan destekliyor.
Ancak, “mezhep” temelli bu yardımların, ne zamana kadar sürebileceği bilinmiyor.
Hatta, her türlü desteğin hızının yavaş yavaş azalmaya başladığı haberleri de ortada dolaşıyor.
Aslında, Türkiye yıllardan beri, birbirine endeksli yanlış iç ve dış politika güdüyor. En önemli ve en “hassas nokta” burada yatıyor.
Belki de, Suriye’ye karşı güdülen politika, Mısır ihtilaline şiddetle karşı gelme, bu yanlışlıktan kaynaklanıyor.
Ne yazık ki, işin temelinde “Müslüman Kardeşler” doktrininin etkileri de sezinleniyor.
Yani, Orta Doğu ülkelerini, önce İran’ın başı çektiği “Şii” baskısından veya tehdidinden tamamen kurtarmak veya bu uğurda kullanılan silahlı örgütleri tesirsiz hale getirme projesi dillendiriliyor.
Ne var ki, “mezhep” orijinli proje veya politikaların büyük tehlikeler yarattığı özellikle Orta Doğu’da yıllarca yaşandığı için ayrıntılı bir şekilde biliniyor.
Çekilen acılar, yitirilen değerler, kan ve gözyaşı unutulmuyor.
Evinden barkından olan hatta toprağını terk eden binlerce, on binlerce kişi “mezhep” kavgalarının faturasını ödüyor.
İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da hatta Mısır’da yaşananlardan nedense ders alınamıyor.
Özellikle, İran ve Suudi Arabistan’ın frene basması, Orta Doğu insanı için bir beklenti halini alıyor.
Türkiye’nin de bu işe “bulaşmak” tan vaz geçmesi hayati önem taşıyor.

Yazarın Diğer Yazıları