Başbakan’ın İran seferi

Gerçi Başbakan Erdoğan’ın, İran ziyaretinden epey gün geçmiş bulunuyor. Ne var ki, bu gezinin “hassasiyetini” ve ne getirip ne götürdüğünü “tartışmak” hatta “sorgulamak” gerekiyor.
Her şeyden önce, amansız düşman bellediğimiz Suriye’nin en büyük stratejik dostunun, İran olduğu hemen akla geliyor.
Sonra da, İran’ın dünya sahnesindeki rolü, geçtiğimiz Ağustos’ta Ruhani’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi ve son gelişmelerle birlikte öne çıkıyor.
Gerçekten de İran’ın, Şii kimliğiyle sadece Suriye değil, Irak, Bahreyn, Yemen ve Lübnan üzerinde etkili olduğu biliniyor.
Yani bölgedeki, çoğu çatışmaların önünde veya ardında İran yer alıyor.
Bu konumu da, İran’ı bir çeşit “çözüm için”  kilit veya anahtar ülke haline getiriyor.
İşte böylesine bir atmosfer içinde gerçekleştirilen ziyaretin, hem ekonomik hem de politik bakımdan “olumlu” geçtiğini iddia etmek, pek mantıklı görünmüyor.
İlk olarak, ABD Hazine Bakanlığı’nın Terörizm ve Finansal İstihbaratından Sorumlu Müsteşarı David Cohen’in, Başbakan’ın Tahran ziyaretinden tam bir gün önce soluğu Ankara’da almasına dikkatleri çekmek icap ediyor. 
Cohen’in “İran ile iş yapmak için erken, beklemede kalın” uyarısı, 19 Aralık’taki ziyaretinde yaptığı ikazlarla paralellik arz ediyor.
Üstelik, tam ziyaret sırasında ABD Başkanı Obama’nın İran’a beklenmedik desteği, her türlü çağrışımı alt üst ediyor.
Başkan Obama, ABD halkına hitaben yaptığı ve televizyonlardan yayınlanan yıllık “Birliğin Durumu” konuşması uyarı niteliği taşıyor. 
İran ile nükleer görüşmeler konusuna önem verdiğini yineleyen Obama, Kongre’yi de sert bir şekilde uyarırken, şunları söylüyor;
“İran’ın nükleer silah sahibi olmasını engelleme amacıyla görüşmeler yapıyoruz. 
Eğer Kongre bu görüşmeleri tehlikeye düşürecek yeni bir yaptırım yasası getirirse, veto edeceğim. 
Ulusal güvenliğimiz için diplomasiye şans tanımalıyız. 
İran liderleri bu fırsatı değerlendirmezse, ilk yaptırım çağrısını ben yapacağım ve İran’ın nükleer silah inşa etmemesini sağlamak için tüm seçenekleri kullanmaya hazır olacağım.” 
Her ne kadar, doğrudan doğruya Türkiye’yi ilgilendirmiyor gibi görünüyorsa da, bu destek İran’ın elini sağlamlaştırıyor.
Üstüne üstlük, Erdoğan’ın İran’da, iki yıl önceki gibi şok bir tavırla karşılaşması her şeyi özetliyor.
Başbakan Erdoğan’ın Tahran’a gelişinden saatler önce, İran dini liderleri Hamaney’in temsilcisi Abdullah Maci Sadıki’nin çok sert açıklamaları hâlâ tartışılıyor. 
Erdoğan’ın Suriye politikasını eleştiren Sadıki,  “Son zamanlara kadar daha çok İsrail’in kuklası gibi hareket ediyordu. Fakat artık uyandığını görüyoruz” ifadelerini kullanması, İran’ın tavrını sergiliyor.
Öte yandan, gezinin Cenevre-2 görüşme tarihleriyle çakışması da, zamanlamanın bir başka  “menfi” tarafını oluşturuyor.
Aslında; bütün olumsuzluklara rağmen, Türkiye ile İran’ın bir yerde uzlaşması, bölgeye ve özellikle AKP iktidarına derin bir nefes çektirecek kadar güçlü kabul ediliyor.
Zira, Türkiye’nin doğal gazının %30’unu İran’dan aldığı ve iki ülke arasındaki yıllık ticaret hacminin 20 milyar dolar olduğu göz önüne alınırsa, ticaretin bundan sonra nasıl sürdürülebileceği görüşmelerin ana maddesiydi. Erdoğan’ın, ticaret hacminin 30 milyar dolara yükselmesi isteğinin  “ortada kaldığı” sanılıyor.
Ziyaretin belki de en “nazik” yönü, yakın tarihe kadar, İran’a ambargoyu “altın ticareti”  üzerinden aşmasına göz yumulan Türkiye’nin üstündeki baskının akıbeti öne çıkıyor.  
Nereden bakılırsa bakılsın, Erdoğan’ın “vakitsiz” ve “nazik” hale gelen ziyaretinde, derin görüş ayrılıklarına sahip olan her iki ülkenin, uzlaşamayacaklarına dair belirtiler art arda sıralanıyor.    
Öncelikle, Türkiye’nin komşusu Suriye’ye karşı olan “katı” politikasını değiştirmesini uman ve bunu politik bir beklenti haline getiren İran’ın elinin gün geçtikçe güçlendiği de kabul ediliyor.
İşte böylesine bir atmosferde, Başbakan Erdoğan’ın istediğini alamadığı, görüşmelerdeki hal ve tavrından bile anlaşılıyor.

Yazarın Diğer Yazıları