Hasta adam Türkiye

Size, tıbbi bir olay anlatacağım. Bu olay, hemen hemen her gün, çevremizde duyacağımız türden bir olay. Alanında, uluslararası bir otorite olan, deneyimli Profesör Operatör Doktor Mustafa, ölümcül bir hastalığa yakalanan ve umut kesilmiş olan Turan için, uyulması zor ve zahmetli bir tedavi belirledi. Hastanın, bir kaç önemli organı ameliyatla, kesilip alınırken, vücudun, bu organlar yerine, yenisini koymasını hesapladı. Hastanın, ayrıca bağışıklık sistemini kuvvetlendiren, çevredeki mikrop ve virüslerle ilişkiyi kesmeye çalıştı. Bu arada hasta için de, özel bir beslenme sistemi uyguladı ve hastanın bebek gibi hayatı yeniden öğrenip gelişmesini amaçladı. 
Gerçekten de hasta, zahmetli bir dönem sonrasında, ayağa kalkıp iyileşmeye ve eskisinden, daha güçlü bir hale gelmeye başladı. Doktorun tavsiyesi, ölene kadar, kendisi için hazırlanan diyete ve yaşam tarzına uymasıydı. Doktorun korkusu, hastalığın tekrarlamasıydı. Ancak, her iyi Türk gibi hasta, tehlike geçince, diyet bozmaya ve kötü alışkanlıklara dönmeye başladı. Ve tam da o zamanda ortaya çıkan pratisyen hekim Recep, virüs ve mikrop sakınması yerine, dışarı açılmayı, zor kurallar yerine, her şeye boş verme tavsiyesi, herkese kolay ve işine geldi. 
Hasta başlangıçta, çok iyi bir çizgi çizerek, rengi falan yerine geldi, gelişmeye ve gürbüzleşmeye başladı. Ama sanki bu gelişme ölüm öncesi iyileşmeye benziyordu. Zamanla, dışarıdan gürbüz görünüm altında, hastanın organlarındaki çürüme, hareketlerde tutarsızlıklar, virüs ve mikrop saldırıları artmaya başladı. Pratisyen hekim, sürekli olarak, bu duruma aldırmamayı ve hayatı, dolu dolu yaşamayı öneriyordu. (Burada, pratisyen hekimleri aşağılama gibi bir niyetim yok, hatırlatırım. Amacım, bilim ve tecrübeden örnek vermek.)
Sonuçta, hasta yeniden yatağa düşerken, iyileşme umutları da solmaya başladı. Evet, sevgili okurum. Sözünü ettiğim hasta, ülkemiz Türkiye ve hekimler Mustafa Kemal ile Recep Tayyip Erdoğan’dır. Türkiye’nin içine girdiği bu durumu, sizlere en basitiyle ancak böyle açıklayabilirim.
Yaşamım boyunca, ülkemin ve ulusumun, bu denli aşağılanacağını, ülkemin, bu kadar zayıf duruma geleceğini, düşünmedim ve hatta tahayyül bile etmemiştim. Türkiye, AKP iktidarı öncesinde, hiçbir tarafa destek vaat etmeyen, ama her şeye rağmen saygın bir ülkeydi. Bundan önceki yazılarımda, size altını çizerek anlatmıştım. Bölgenin en korkulan askeri gücüyle dalga geçer ve onu içeriden zayıflatırsanız, kendi asker ve komutanlarınızı aşağılarsanız, dışarıdan da dalga geçerler, sizi adam yerine koymazlar. Bayrağınızı da indirir, kendi paçavralarını yerine asarlar. 
Yalnız, Irak’ta Türk şoförler ve Konsolosluk mensuplarının rehin alınması konusunda, yerine oturmayan taşlar var. Adı geçen ve Allah adına cinayetler işleyen, bu terör şebekesi, Tayyip Erdoğan’ın kardeşleri Suudi Arabistan ve Katar tarafından finanse ediliyor. Aynı öteki radikal İslamcı terör örgütleriyle olduğu gibi. IŞİD, genel kanıya göre Ankara’daki iktidarın da gizli müttefiki. Yabancı basın organlarına göreyse, IŞİD denen terör örgütü içindeki militanların yüzde 40’ı Türklerden oluşuyor. Şimdi bu kişi ve grubun Allah adına kendi yurttaşlarını rehin alıp, katletmesi nasıl bir şey. Bu işte bir tuhaflık görmüyor musunuz?
Tam da, en ihtiyacı olduğu bir dönemde, Erdoğan itibar kaybetmede zirve yaparken, bu olayların meydana gelmesi rastlantı mı? Sonuçta AKP iktidarının, kahramanca bir çıkışla, bu işi çözmesi durumunda, kim puan kazanacak, bir düşünün bakalım. Aynı “One minutes” olayında olduğu gibi. Bayrak konusunda, seçim zamanı mangalda kül bırakmayanların, yerden bayrak alanların, Türk bayrağının indirilmesi sırasında sorumluluğu kime veya kimlere attığını da gördük. O bayrağın indirilmesinin bence tek sorumlusu vardır, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül. Önce askerlere hiçbir sorumluluk vermeyeceksin, sonra hesap soracaksın, yok öyle yağma. 
Güçlü Türkiye, böylesine bir olayda, ağlayarak koşup NATO’ya şikâyet etmez ve gereğini yapardı. Şimdi merakla, yeni gelişmeleri bekliyorum.

Yazarın Diğer Yazıları