Son görev…

Artık bu köşenin "klişesi" haline geldi ama bir kere daha "ne garip bir ülke olduk" diye başlamak durumundayım yazıya.

Ne garip bir ülke olduk arkadaş!

Şehit cenazesine katılan ana muhalefet liderini yumruklamak şehidin hatırasına, ailesine, cenazeye saygısızlık değil de, tam tersine onlara duyulan saygıya, bağlılığa delalet görülürken, bu ülkenin en insafsız dönemlerinden birinde işkencehanelerde ezilmiş insanların "son görev(!)lerini" yaparak, eli kanlı, cani bir "işkenceci" olduğu, işkencesine uğrayan sayısız insanın tanıklığıyla sabit biririne, "haklarını helal etmemeleri" cenazeye saygısızlık sayılabiliyor.

Ve bu da bir vicdan ayaklanmasına yol açmıyor.

Celladına aşık olmamak hakkı yok çünkü "yeni Türkiye"de insanın; tecavüzcüsüyle evlenecek, istismarcısına boyun eğecek, onurunu ayaklar altına alana dört elle sarılacak, ona her nevi hakareti, aşağılamayı, ithamı reva göreni, ötekileştireni başının üstünde taşıyacak, varlığına kast edeni kutsayacak. Böyle formatlanıyor günümüz "zihniyeti".

***

Herkes olayı kendi "penceresinden" izleyip, "son görevlerini(!)" yapan o insanlar kendi mahallelerinden mi, değil mi ona bakıyorlar önce. Değilse, perdeyi kapatıveriyor üzerine.

İyi de, ne zamandan beri "örtünce" sızlamaz oldu bu ülkenin en derin yaraları. Ne zamandan beri "örterek" dindirir olduk ciğerlerimizi söken "sancı" larımızı.

***

İtiraf etmeliyim, bu yazıyı yazmak ya da yazmamak kararını vermek beni hayli zorladı. Önceki gün, "işkenceci Raci Tetik"in cenazesine katılıp da, cenaze namazını kıldıran Hoca "Hakkınızı helal ediyor musunuz" diye sorduğunda, "Hakkımızı helal etmiyoruz. Mekanı cehennem, ateşi bol olsun" diyerek, söylenmesi gerekeni, söylenmesi gereken yerde, söylenmesi gereken şekilde söyleyen kişi Ali, Veli, Osman, Hüseyin, Hasan, Ayşe, Fatma, ne bileyim herhangi biri olsaydı, sağdan yahut soldan hiç fark etmez herhangi biri, öyle kolay yazardım ki vicdanın "yaz" dediğini…

Ve fakat, o cami avlusunda, "son görev(!)ini" yaparak bir neslin gecikmiş feryadını paylaşan kişi, Ahmet Çelik,  bir "ülkücü" olmanın, bir "siyasi" olmanın, "milletvekili" olmanın, "mağdur" olmanın dışında bir de bu gazetenin sahibi yani "patron" olunca, samimiyet sorgusuyla karşılaşır mıyım, medyadaki kirliliğin de etkisiyle bir nevi "yandaşlık"la itham edilir miyim, böyle haklı bir eylemi haksız peşin hükümlere kurban eder miyim diye yedim durdum kendimi.

Ve fakat…

Ben de yazmazsam, biz de yazmazsak kim yazacaktı?

Zira Ahmet Çelik, başka kimsenin yazmayacağını tahmin etmenin hiç de güç olmadığı kadar yalnızdı "son görev(!)ini" yeri getirdiği sırada!

Sahi neden?

Kendisi bile, verdiği bir röportajda "Ben bir işkenceciyim" derken, milletin yaralarını kanırtırcasına "Orası cezaeviydi. Hastane, okul, aşk gemisi ve yat kulübü değildi… Bu bir savaştır. Savaşta her zaman iyi şeyler olmaz" derken, Raci Tetik'in bir "işkenceci" olmadığı "ihtimali" mi vardı, hayatlarından, geleceklerinden, eğitimlerinden, sağlıklarından olan onca mağduru frenleyen?

Mustafa Pehlivanoğlu'na da, Necdet Adalı'ya da "son darbe"yi vuran o değil miydi? "İdam" hükümleri o vermedi belki ama bu gencecik insanlar, darağacına giderken bile Tetik'in idaresinde itilip kakılmadı mı? Son nefeslerini bile "insan gibi" verme haklarını, ellerinden o almadı mı?

Filistin askısı, cop, malum uzuvlara verilen elektrik, falaka, çırılçıplak soyulmuş analar, eşler, kızlar, sevgililer, nişanlılar; onların "namusları" üzerine sunulan ahlaksız pazarlıklar… C-5… Ne bunlar? Turistik gezilerinizi renklendirmek üzere "müze"ye konmuş "tarihi eser"ler mi?

"Mamak" adının telaffuzu bile hâlâ tüylerini ürpertmiyor mu sayısız insanın; duyunca yüreğine bir bıçak saplanmışçasına kırılmıyor mu hâlâ kolu kanadı?

***

Mustafa'lar öldü… Necati'ler öldü…

İlhan Erdost öldü… Muhsin Yazıcıoğlu ölümden beterini yaşadı…

Raci Tetik, tam da Suavi'nin dediği gibi "hak etmediği kadar yaşadı bu hayatı".

Ve yargılanmadı.

Hesap sorulmadı.

Değil hesap vermek, cezasını çekmek, bedelini ödemek, yüzü dahi kızarmadı; utanmadı, pişmanlık duymadı. Ardında "insan" olmaya dair bir tek "iz" bile bırakmadı.

Soruyorum size:

Bunun kararını verecek olan ne devlet, ne başka kurumlar, bunun kararını verecek olan sadece biziz; "Türk bayrağı", böyle birinin, nihayet girdiği tabutun üzerine yakıştı mı?

Hiçbir şey için değilse, bayrağımıza sahip çıkmak için sesine ses olmamız gerekmez miydi Çelik'in?

12 Eylül sadece onun ve beraberindeki birkaç kişinin mi üzerinden geçti?

Niyazi Yıldırım haklıydı galiba Mamak ağıdında;

"Oğullar işkencede... Analar ağlamakta.

Körpe yüreklere kan...

Gencecik rüyâlara gözyaşı damlamakta.

Demokrasi... Hak... Hukuk... karasevdâlıları...

Şuracıkta.. Mamak'ta

Vicdanları çürüten feryâdı duymamakta."

Duyanlar da belli ki çabuk unutmakta.

Yazarın Diğer Yazıları