70 yılda, aşamasını yapan millet

Sayın okurlarım, Türk Milliyetçi kültür çalışmalarının yasaklandığı (1940-1945) ve Milliyetçi düşüncenin faal ve mücadeleli yıllarında (1946-55) muhtelif Türk Kültür kuruluşlarımızda ve yöneticilik görevlerinde bulunmuş bir insan ve yarım asırdır yurdumuzdaki çok partili demokratik siyasi gidişatı yaşayarak gören bir Türk Milliyetçisi olarak, içinde bulunduğumuz demokratik sıfatlı, inkarcı yaşantımızı beğenmiş değilim.
Gelecek için ümitli olduğumuz yetmiş yıl önceki, az gelişmiş hayatımız, ümitleri azalmış yabancı kültür esiri bugünkü hayatımızdan daha güzeldi.
1940’lı yıllarda Ödemiş yaylasının zeybeği Şükrü Saraçoğlu, Başbakanımız olmadı mı? Ve “Türküz, Türkçüyüz ve Türkçü kalacağız” diye haykırmadı mı? “Erzurum’un Dadaşı, Doğunun sınır taşı, efesi var Aydın’ın, eğilmez Türk’ün başı” sözünü ne çabuk unuttuk.
Onun için bugün ben, sizleri kültürel ve siyasal dünyamızın günlük üzüntülü konularının dışına çıkararak, Anadolu insanının yetmiş seksen yıldır nereden nereye geldiğini, yaşantımızdaki örnekleri ile sunmak, biraz olsun sizleri rahatlatmak istiyorum.
Memleketimizin yetiştirdiği iş adamlarımızdan sayın Sakıp Sabancı’nın “Benim babam hamaldı...” dediği gibi, ben de sizlere “Benim babam köylüydü, çiftçiydi” diyerek başlıyorum.
Önce kendi özel hayatımdan ve yaşantımdan örnekler sunacağım; uzak değil yetmiş-seksen yıl önce, genç Cumhuriyetimizin başşehri Ankara’mızın ortasındaki evimizin ihtiyacı olan suyu taşıyarak sağladığımız mahalle çeşmemizi, bağ evine gidip geldiğimiz bakımlı eşeğimizi, en ucuz yakıtımızın sığır dışkısından imal ettiğimiz “tezek” olduğunu hatırlıyorum. Yaz aylarında “zehirli sıtma” ya yakalandığımda çarşamba günleri bedava kinin dağıtacak “sıtma savaş” görevlisinin kuyruğunda bekleyişimizi, karne ile ekmek aldığımızı, adına “tahta kurusu” dediğimiz uyku kaçıran böceği unutmuyorum.
Harp yıllarında, şehir hayatının sıkıntılarından kurtulmak ve rahat yaşayabilmemiz için Ankara’nın yakınlarındaki Üreğil köyündeki yakınlarımızın evlerine taşınmıştık. Okullarımıza bile trenle gidip gelebiliyorduk. Mutlu bir yaşantımız vardı.
Yabancı uyruklu Alman veya Macar mühendislerin yanında çalışan Ahmet dayım, onlardan öğrendiklerini bizlere taşıma arzusunda idi. Bir gün aylık maaşını alarak eve gelirken, bizleri memnun etmek için giriştiği iyi niyetli hareketini hiç unutamam; bizlere o güne kadar hiç görmediğimiz ve tanımadığımız, yüksek fiyata alınan muz ikramında bulunmuştu. Bütün aile efradına da, muzun nasıl soyulup yeneceğini tarif etmişti. Rahmetli halam muzu ağzına aldıktan hemen sonra “Ne tatsız tuzsuz şeymiş” teyzem de “Buna para mı verdin” dediklerinde, dayımın çileden çıkıp muzları topladığını unutamam.
1960’lı yıllarda, ben Konya Beden Terbiyesi İl Spor Müdürü iken, teyzem bizimle beraber yaşantısını sürdürmekte idi, ve henüz hayatında hiçbir ilaç kullanmamıştı. Tansiyonu olduğundan, rahmetli eşim ona ilacını almıştı. Bir gün sonra eşim, bana telefon ederek, “Sami, hemen koş eve gel. Teyzen ilaçlarının hepsini yutmuş, ben mesuliyet kabul etmiyorum.” dedi. Bir kutu ilacı birden yutan, okuma yazma bilmeyen teyzemin bana dediklerini unutamam; “Koca gövdeye bu küçücük ilaçların ne faydası olur, onun için hepsini birden içtim” demişti. Tabii biz, soluğu hastanede aldık.
Onun için dünyada, bizim gibi aşamasını kısa zamanda yapan ikinci bir millet yoktur.
Tanrı Türk’ü Korusun.     

Yazarın Diğer Yazıları