Ah o eski evler...

Yahya Kemal kendi tabiri ile  “40 yıllık dostu”  ressam Melek Celal hanıma  “Bir evim olmalıydı. Şöyle İngiliz evleri gibi konfortabl... Görüyor musunuz, bu yaşımda bir otel odasında kalakaldım”  demiş.
Ev hasretini, ömrü otel odalarında geçmiş Yahya Kemal’den iyi kim hissedebilirdi ki?
Türk toplumunda hemen herkesin nihai hedefi bir gün  “ev sahibi”  olmaktır. Çünkü ev bir güvenlik aracıdır bir yerde; sadece geleceği güvene alan ve fiziksel sığınak vazifesi gören değil  “psikolojik” bir sığınak olarak da.
Evsizlik bir yerde yalnızlığa delalet ediyor.
Şehir hayatının  “doğal”  sonucu olan kiracılık, asırlar boyunca bu topraklarda bilinmeyen, arzu edilmeyen bir  “hâl”  olagelmiştir. Atalardan tevarüs edilen bu hâletiruhiyenin neticesi olsa gerek her Türk ilk fırsatta ev sahibi olmayı hayal eder. Biz Türkler için ev sahibi olmak bir yere tutunmayı adresler. Ev-bark sahibi olmak hâlâ bu toplumun sarsılmaz düsturlarındandır.
“Ev”  eski zamanlarda sadece bir  “yaşam alanı” değil, kültürel bir mekan olarak da hayatiyetini sürdüren bir organdır.
Bazı evler vardır ki buralar Orhan Okay’ın tabiri ile  “mektep” vazifesi görmüştür.
“Devr-i kadim efendisi”  İbnülemin Mahmud Kemal’in Mühürdar Paşa Konağı ve Tevfik Remzi Kazancıgil’in Kazancı yokuşundaki konağı bu mekteplerin yakın tarihteki en önemli temsilcilerindendi.
Zamanın şair, yazar, sanatçı ve bilim adamı taifesi haftanın belirli günlerinde bu kültür merkezlerinde toplanır, sosyal, kültürel ve nadiren de olsa siyasi meseleler üzerine konuşurlardı. Bu mekânlar herkesin giremediği, girmek için bazı özelliklere sahip olması gerektiği yerlerdir.
Mesela İbnülemin’in evine girebilmek için şu dört özellikten birine sahip olmanız gerekmektedir: Söz veya saz erbabı olmak, ehibbâ-yı kadîme mensubu olmak veya bu üç gruptan biri tarafından meclis sahibinden  “izin” alınarak getirilmiş olmak. Buralarda kalıcı olabilmek için, adab bilmek, tefekkür sahibi olmak, konuşmayı ve en önemlisi yeri geldiğinde susmayı bilmek gerekir.
Siz de takdir edersiniz ki Fuad Köprülü, İbnülemin, Mükrimin Halil, Mustafa Şekip, Necip Fazıl, Peyami Safa, Halid Ziya, Mehmed Emin gibi isimlerin bulunduğu bir mekan  “ev” den öte bir anlam taşır. Bu mekânları modern anlamda  “think-thank”  merkezleri gibi çalışan yerler olarak düşünebilirsiniz. Bugün, kimi vakıf ve derneklerde haftanın belli günlerinde bir araya gelip kurulan sohbet meclislerini bu geleneğin uzantıları olarak sayabiliriz.
50’lerle birlikte bu kültür ve irfan ocakları tek tek tarih sahnesinden çekildi. Yahya Kemal’in söylediği gibi  “bütün bu güzel şeylere elveda!”  demek zorunda kaldık. Geriye dönüş mümkün mü?.. O eski, insan bedenini rahatlatan ve ruhuna huzur veren, evi bir  “yatakhane” den ziyade canlı bir organizma olarak kabul eden  “mekân”  anlayışımıza dönmek mümkün mü?
(80’lerin başında bizim evin alt katında, yaşadığımız kasabanın öğretmenleri ve kendi çapında okumuş yazmışları haftanın belli günlerinde toplanır memleket ahvalini masaya yatırırlardı. Sadece memleket ahvali mi, edebiyat, kültür ve fikri problemlerimiz de konuşulurdu. İstiklal marşının 10 kıtasını o meclis karşısında okumakla görevlendirildiğim için ezberlediğimi hatırlarım. Bu meclisin mekân sahibi rahmetlik pederin ilkokul mezunu bile olmadığını dikkate aldığım zaman, bu sohbet meclislerinin yaşam kültürümüzün bir parçası olduğunu görüyorum.)
Değişen sosyal yaşam şekilleri, hayatı kavrayış ve anlayış tarzımıza bakınca geriye dönmek zor gözüküyor, lâkin yeni nesillere eskinin ağız tadını, yaşama biçimini ve estetik zevkini aktarmak, nasıl bir kültürel iklimden geldiğimizi öğretmek adına bu değerleri hatırlatmak önemli.

Yazarın Diğer Yazıları