Atatürk çoban bir çocuğa nasıl can suyu oldu? Çobandı yarbay oldu

Atatürk çoban bir çocuğa nasıl can suyu oldu? Çobandı yarbay oldu

Adı Mustafa idi. Yalova''da çobandı...
Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden 6 yıl geçmişti. Takvim yaprakları 15 Eylül’ü gösteriyordu...

1918''de Varna''da doğan Sığırtmaç Mustafa 11 yaşındaydı, okuma yazması yoktu…
Recep ve Efide çiftinin ikinci çocukları olarak dünyaya gözlerini açmıştı. Aynı diğer aileler gibi onun ailesi de, bütün varlıklarını Varna’da bırakarak Türkiye’ye göç etmişlerdi.

Anne babası, üç çocuğuyla Yalova’ya yerleşmişlerdi. Mustafa ailesinin geçimine katkıda bulunmak için, üç yıldır çobanlık yapıyordu. Babası kendisini Süleyman adında birinin çiftliğine vermiş, ‘75 Kuruş’ haftalıkla çalışıyordu…



Atatürk sıkça gittiği ve çok sevdiği Yalova’daydı…

Mustafa boyundan büyük, iri gövdeli sığırları otlata otlata çiftliğe dönüyordu. Uzaktan gelen yirmi kadar atlıyı fark etti. Atlılar kendisine yaklaşınca yavaşladı, en öndeki atlı üzerine doğru atını yavaş yavaş sürdürüp önünde durdu.

- Çiftliğe nereden gidilir çucuk, diye sordu.



Selanik şivesiyle çocuğa ‘çucuk’ dediğini herkes bilirdi.

Mustafa eliyle işaret etti; “Ta şuradan…” dedi ve sözlerini sürdürdü:

- Siz, yanlış yoldan gelmişsiniz... Çiftliğin yolu, ta şuradadır!

“ Adın ne senin çucuk?” diye sordu.

- Mustafa! diye cevap verince gülümsedi:

- Benim de adım Mustafa... Demek adaşız!"

- Gazi''yi tanır mısın?" diye sordu.

- Tanımam!

- Onu sever misin?

- Severim!

- Niçin seversin?

- Paşa olduğu için severim!

Tekrar gülmeye başladı.

Çelimsiz, cılız, hasta, küçük bir çoban çocuktu. "Bu adam, benimle eğleniyor galiba..." diye içinden geçirdi.

Gazi, sorularını sürdürdü. Beraberindekiler olanları pür dikkat takip ediyordu.

- Sen, ne iş görürsün?

- Ta şu gördüğün sığırları güderim!

- Ne kazanırsın?

- Ayda üç lira...

- Peki, söyle bana, ayda üç lira, senede kaç lira eder?.. Kendisinin ve yanındakilerin yardımıyla, ayda üç liranın bir senede ne ettiğini hesaplayarak cevap verdi:

- Otuz altı lira eder!

- Sana bu otuz altı lirayı versem, ne yaparsın?

- Hiç!.. Almam ki...

- Neden almazsın?

- Otuz altı lira çok para... dedi, kısa bir süre sonra hemen tekrar konuştu:

- Neden aldın? diye sorarlar...

Tanıyamadığı atlının gözlerinin içine bakmakta güçlük çekiyordu.

- Aferin oğlum, dedi, böyle olmalı... Fakat, bu parayı yol gösterdiğin için veriyorum sana! Kimse bir şey demez!

Çoban Mustafa halen kendisiyle alay edildiğini sanıyordu. Otuz altı lirayı kabul etmeye bir şartla razı oldu. Yolda yemek için getirdiği yarım okka kadar cevizi vardı:

- Bu cevizleri alırsan, ben de senin paranı alırım! deyiverdi.

Yaverinden aldığı bir avuç bozuk parayı uzattı, yanağını, saçlarını okşadı, ayrılacağı sırada, tekrar adını sordu:

- Ne idi adın çucuk?

- Mustafa, Sıgırtmaç Mustafa

- Dedim ya, benim de adım Mustafa… Ama yanında ‘Kemal’i de var. Mustafa ile Kemal, bir araya gelirse ne olur?

Birden kendine geldi, içinden, “Eyvah!” dedi, “Sakın, bu atlı; Mustafa Kemal Paşa olmasın?"

Sonra etrafındakilerin karşı gösterdikleri saygılı hareketleri aklına getirerek kararını verdi: "Odur! Odur!.. Gazi Paşadır!"

Ama, kendisine onu tanıdığını yine de belli etmedi. Gazi yanından ayrılırken atını geri çevirdi yine sordu:

- Beni, başka bir yerde görsen tanır mısın?

Başını salladı, "Tanımaz mıyım ya... Sen Gazi Mustafa Kemal Paşasın!"

Gazi ve beraberindekiler atlarını dörtnala sürüp yanından ayrıldılar…

Ben de sığırlarımı alarak çiftliğe döndü.

Bir gün sonra…

Atatürk tarafından görevlendirilen askerler Sığırtmaç Mustafa’yı bulup Yalova Kaplıcası’na getirdi. Kapıdan içeri girip karşılaştığında hiç şaşırmadan koşup elini öptü.

Atatürk Mustafa’yı yanına oturttu, “Mustafa... dedi, seni çiftliğime kâhya yapacağım! İster misin?"

Anlamadı, sordu:

- Kâhya ne demek?

- Çobanların en büyüğü odur! Cevap vermeyince tekrar sordu:

- Kâhyalık işi için ayda dört lira versem yetişir mi?

- Siz bilirsiniz! diyerek tebessüm etti.

- Hayır, Mustafa... Seni kâhya yapmayacağım, mektebe göndereceğim. Orada okuyup yazma öğreneceksin!

Az önceki tekliften daha iyi bir teklif aldığından ağzı kulaklarına vardı; çok sevindi:

- Mektebe gönderin! Bu, daha iyi ..." dedi.

Görevli askerler kendisini geçe kalmadan ailesinin yanına götürüp bıraktı.

Bir gün sonra…

Görevliler tekrar Sığırtmaç Mustafa’nın evine gidip kendisini oradan aldıktn sonra doğruca Şişli''deki Himaye-i Etfal (Çocuk) Hastahanesi’ne götürdü.

Doktolar Mustafa’yı muayenelerden geçirdi, yıkayıp pakladı, üzerine temiz yatak kıyafetleri verdi bakıma aldı, tedavilerine başladı.

21 Eylül gecesini 22 Eylül’e bağlayan vakitti. Yatağında uyumaya çalışırken odasına Atatürk’ün girdiğini fark edince ne yapacağını bilemedi. Ayağa kalkmak isteyince Atatürk eli ile engel oldu:

- Sen ayağa kalkmayı bırak da, buradan nasıl çıkacağını düşün! diye gülümsedi. Ardından:

- Hani, dedi, seninle pazarlığa girişmiştik, dört lira aylığa razı olmuştun! Şimdi ver bakalım hastahane paralarını…

Küçüktü, okuma yazması yoktu ama, şaka yapıldığını anlayacak zekadaydı:

- Sen koskoca Gazi Paşasın. Elbette hastahane parasını da verirsin!" dedi, gülümseyerek.

Yanakları al al olmuştu. Hastanedeki tedavisi 4 ay sürmüş kendisi bile kendini tanıyamayacak kadar değişmişti…

Tedavisi bitti, hastaneden ayrıldı. Atatürk kendisini Beşiktaş''taki 19''uncu İlk Mektebe yazdırarak velisi oldu.

Beşiktaş''daki okula bir yıl kadar devam etti Sığırtmaç Mustafa. Atatürk daha sonra kendisini Maçka''daki Fevziye Lisesine yazdırdı. Lisenin dokuzuncu sınıfında iken, imtihanları kazanarak Kuleli Askerî Lisesine kaydını yaptırdı.


Soyadı Kanunu çıkınca “Mustafa Demir” olarak anılmaya başlandı.

Vefatına kadar Atatürk’ün yanından hiç ayrılmadı; ta ki; Atatürk’ün aramızdan ayrılışına kadar…

14 Kasım 1938

Tüm Türkiye O’nun için ağlıyor, tüm dünya yas tutuyordu…

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Selahaddin Güngör’ün aklına gelmişti Mustafa’yı ziyaret etmek. O da 17 milyon Türk insanının olduğu gibi Atatürk’ün evladıydı. O da öksüz kalmıştı.


Kuleli Askeri Lisesi öğrencisiydi; 19 yaşına gelmişti. Geceyi gündüze katarak, şerefli Türk Ordusu’nun sinesinde yer almağa çabalıyordu. Selahaddin Güngör’ü karşısında görünce ne olacağını anladı. Oturdular bir köşeye röportaj başladı. Gazeteci Güngör sohbetin ilerleyen dakikalarında, kendisi için, “ Öyle güzel konuşuyor ki ve cümleler arasında serpiştirdiği kelimeleri öyle iyi seçiyor ki, kendisini söylemekte biber acısı gibi yakıcı bir tat buldum….” diye düşünecekti.

Biliyorum ki Mustafa, dedi; hepimiz gibi, sen de büyük yas içindesin!

Başını yere eğmişti. İlkin hiç cevap vermedi. Sonra, yavaş yavaş, nemlenen mavi gözlerinde, kılıç parıltısına benzeyen keskin bir ışık yandı:

- Evet, biliyorum… ATATÜRK ‘ün ölümü…

Yüzüne baktı; ağlıyordu. Selahaddin Bey, “Fakat bu ağlayış, biz sivillerin ağlayışına benzemeyen “KALP GÖZÜ” ile hakiki bir kan ağlayıştı.” diye içinden geçirdi. Nasıl tanıştıklarını sordu, boğazı düğümleyerek aldı yanıtları…

Sohbet sürdü…
Üniformasının ciddi çizgileri içinde, ağırbaşlı bir duruşu vardı. Selahaddin Bey sorularına devam etti:

- Burada geçirdiğin askerlik hayatından memnun musun?

Topukları üzerinde esas duruş vaziyet alarak, az konuşan, çok iş yamaya hazırlanan adamların manalı sükûtu ile memnuniyetini ifade ederken, Selahaddin Bey en can alıcı soruyu sordu:

- ATA ‘nın ölümünü nerede ve nasıl haber aldın?

“Keşke hiç sormasaydım. Yüzü bir anda paslanmış çelik rengine girdi. Dudakları titremeğe başladı. Şakakları, kırk derece hararet içinde, sıtma nöbeti geçiren bir hastanın nabzı gibi atıyor” diye içinden geçirdi.

Ağlayamaması, belki de gözlerinde, akıtacak yaş kalmadığı içindi. Fakat bu tarif edilemez teessür hali; Bin kişinin koparacağı hüngürtüden daha kuvvetli idi. Nihayet, anlatmak için kendini topladı.

"Öğle yemeğinden yeni çıkmıştım. İçimde anlayamadığım bir sıkıntı vardı. Bir de ne göreyim; Mektebin bayrağı yarıya inmiş! Başım birdenbire öyle döndü ki adeta yere yıkılacak gibi oldum. Arkadaşlar da pencerelere üşüşmüşlerdi. Vapurların bayraklarına baktık:

Mektebin bayrağı gibi, onlar da yarıya indirilmişti. Ders borusu çalıncaya kadar, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Korkunç hakikate bir türlü inanamıyorduk.
Acaba ölmüş müydü? Bu bayraklar, gelişi güzel, yani farkında olunmadan da indirilmiş olamaz mıydı?…

Nihayet sınıflara girdik. Fransızca öğretmenimiz Hakkı AKSEL ‘in dersi vardı. Hemen kendisine sorduk:

- Ne var? Bayraklar niçin yarıya inik?

Öğretmenimiz, kendini zapt edemeyerek ağlamaya başladı:

- ATATÜRK öldü çocuklar…

O zaman, sınıfın içinde hep bir ağızdan acıklı bir vaveyla koptu!"

Selahaddin Bey’in de gözleri doldu, boğazı düğüm düğüm oldu. “Bu 19 yaşındaki delikanlının metaneti ile daha fazla oynamaya gelmez. Bir anda tufan gibi boşanacak.” diye düşünerek, hemen konuyu değiştirdi.

- Sen de bir ATATÜRK olarak yetişmek ister misin?

Heyecanlı bir ses tonuyla yanıt verdi:

- Ben ATATÜRK olamam! diye haykırdı ve ekledi:

- HİÇ KİMSE ATATÜRK OLAMAZ!

Sığırtmaç Mustafa, 1941 yılında Kara Harp Okulu’ndan 1941/B ’li Tankçı Teğmen Mustafa Demir olarak mezun oldu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne katıldı.

Yüzbaşı rütbesindeyken Rıfgiye Hanım ile evlendi ve bu evlilikten doğan biricik kızı Tacinur’a ismini Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan Hanım verdi.

1954 yılında, Makbule Atadan tarafından İstanbul 12. Asliye Hukuk Hakimliği''nin kararıyla manevi evlat olarak kabul edildi. Kızı Tacinur’a ismini Makbule Hanım verdi. Bir süre sonra sağlığı sorun çıkarınca orduda Personel sınıfına geçti.

Çeşitli askerlik şubelerinde görev aldı.
1960 yılında kalp rahatsızlığı nedeniyle binbaşı rütbesindeyken emekliye ayrılmak zorunda kaldı.

Ömrünün son yıllarını Yalova’da Atatürk’ün kendisine gösterdiği ilgiyi unutmayarak geçirdi.

Küçüklüğünde ‘Sığırtmaç Mustafa’, yıllar sonra Emekli Yarbay Mustafa Demir olarak TRT''ye verdiği bir röportajda Atatürk için, "Allah nur içinde yatırsın. Elimden tutmasaydı, okutmasaydı bugünkü halime ulaşamazdım. Allah rahmet eylesin..." dedi.

Mustafa Demir, 15 Ocak 1987 yılında aramızdan ayrılırken, Yalova’da toprağa verildi.

Yaşar Gürsoy

yasargursoytv@gmail.com

Kaynak:
Selahaddin Güngör, Cumhuriyet Gazetesi, 15 Kasım 1938
TRT Arşivi
Dr.Tuna Yılmaz isteataturk
Yaşar Gürsoy, Anne O Bizden Biri

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları