Atatürk siroz olduğu gece hangi kadın sanatçıyı dinlemeye gitti neler yaşandı
1938 yılının soğuk bir Şubat günüydü. Atatürk hastaydı. Doktorları telaş içinde; hastalığına kesin teşhis koyamıyorlardı…
Melek Tokgöz 21 yaşındaydı billur gibi sesi şarkılarla buluştuğunda annesini adeta mest ederdi. Kadıköy’de oturdukları ev adeta bir sanatçı karargahıydı. Her Çarşamba günü müzik toplantıları düzenlenirdi. Gelenler arasında tamburi Faize Ergin, kemani Reşat Erer, bestekâr Lemi Atlı, Leon Hancıyan, tamburacı Osman Pehlivan, annesine “süt abla” diyen Hafız Burhan, ve Hafız Sadettin Kaynak vardı.
Yine bir Çarşamba; öğle vaktiydi. Annesinin hatırını kıramadı. Evlerinin konukları arasında Kemani Nuri Duyguer ve Afet İnan da vardı. Şarkıları dinleyenler mest oldu.
Misafirler gitti, Melek odasına çıktı, akşam olduğunda kapı çaldı. Kapıyı açtığında karşında iki polis gördü.
Atatürk’e davetlisiniz. Dolmabahçe Sarayı’na gideceğiz. Saray’da sizi bekliyor hanımefendi...
Manevi kızı Afet İnan kendisini Atatürk’e methetmişti...
Vakit kaybedilmedi. Melek, annesi ve Nuri Bey ile Kadıköy İskelesi’nde bekleyen bir çatanaya binerek Dolmabahçe Sarayı’na adeta uçarak kondular…
Annesi ve Nuri Bey heyecanlıydı. Melek ise gençliğinin verdiği cesaretle aksine hiç heyecanlı değildi....
Atatürk salona girdiğinde göz göze geldiler. Birbirlerine tebessüm ettiler. Sofra kurulmuştu. Atatürk de Başbakan Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Şükrü Kaya, Salih Bozok, Tevfik Rüştü Aras, Fuat Ağralı, Falih Rıfkı Atay, İsmail Müştak Mayakon, Cevat Abbas Gürer gibi sofrada yerini aldı.
Sanatçılar sahnedeki yerlerini aldı. Annesi heyecandan udunun mızrabını düşürdü. Melek hemen tamburi Faize Ergin’in Şeddiaraban şarkısı “Badei Vuslat İçilsin Kasei Fağfurdan” okumaya başladı.
Atatürk dinledi, dinledi ve parmağıyla işaret etti:
- Gel buraya kızım, dedi.
Sanki kırk yıllık ahbabıymış gibi gitti yanına oturdu. Oradakilere söylenen şarkıyı çok sevdiğini anlattı ve ardından, “Selahaddin ve Nubar Bey’i de çağırın,” dedi.
“Hangi şarkıları biliyorsun?” diye sordu.
“Hangi şarkıyı isterseniz söylerim,” yanıtını aldı ve hemen ardından bir Rumeli türküsü mırıldanmaya başladı.
"Paşam, hepsini söylerim, deyince, hoşuna gitti. “Sen ‘Mani Oluyor’u biliyor musun?” diye sordu.
Biliyordu; söyledi. O sırada Selahaddin Pınar ve Nubar Tekyay da gelmişti. Onların da gelmesiyle Melek adeta bülbül kesildi…
Atatürk usul bilirdi. Sesi Türk müziğine çok yatkındı. Tempo tutar, usul kaçıranı da derhal fark ederdi. Şarkıları dinlerken hafif hafif başını sallardı. Şarkı söylenirken başka şeylerle meşgul olana kızardı ve, “Dinleyin efendiler. Bu herkese nasip olmaz. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nde böyleleri de yetişiyor. Ben bunlardan zevk alıyorum,”derdi.
Melek ve annesi o gece Dolmabahçe Sarayı’nda misafir edildi.
Sabah olup uyandıklarında, karşılaştılar. Atatürk, rahat uyuyup uyumadıklarını, kahvaltı edip etmediklerini sordu. Sesine hayran kaldığını sonraki günlerde de dinleyeceğini ekledi. Öyle de olacaktı, ama hastalığı hızla ilerliyordu…
Bir başka akşam...
Sağlığı günden güne bozuluyordu. Derdini acısını etrafındakilere yansıtmamaya çalışıyordu.
Bir akşam Melek Tokgöz yine Dolmabahçe Sarayı’nda şarkı söylerken güfteyi şaşırdı. Annesi Bedriye Hanım yüzünü buruşturunca Atatürk hemen fark etti, müdahale etti:
Bedriye Hanım, Bedriye Hanım hoş gör! diye seslendi. (O günden sonra annesi, ‘Bedriye Hoşgör’ olarak anılacaktı.)
Şarkılarını radyoda söylemesini istedi. Hemen Selahaddin Pınar ve Nubar Tekyay’la, o zamanlar Beyoğlu Parmakkapı’daki Ambassador Oteli’nde yayın yapan İstanbul Radyosu’na gidilecek emir yerine getirilecekti. O günün akşamı tekrar Saray’a dönüldü. Atatürk bu kez de dinlediği şarkılar sonrasında hüzünlendi, sessizliğe büründü ve bir ara Melek Tokgöz’e dönerek,
- Melek sana Ankara’da konser verdireceğim, dedi. (Unutmayacak, o sözünü de tutacaktı…)
24 Şubat 1938 günü Ankara’ya dönerken hastalığı içten içe bedenini kemirmeye başlamıştı. Doktorları hala kesin bir teşhis koyamamıştı…
Melek Tokgöz davet üzerine annesiyle birlikte Ankara’ya gelmişti. Belvü Palas’ta kalıyorlardı. Kendilerini ağırlayan Atatürk’tü. Selahattin ve Nubar Bey de oradaydı. Gündüzleri Yeni Sinema’da verecekleri konsere hazırlanıyor, gece de Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ün huzurunda söylüyorlardı. Köşk’teki konserleri Atatürk’ün: “Hadi Melek, ‘Cananı rakibi handan’ı söyle", demesiyle başlardı. O şarkıyı çok seviyordu.
Fasıl sürerken bir ara ansızın:
- Melek, ‘Fariğ Olmam’ı biliyor musun? diye sordu.
- Biliyorum ama Mualla Gökçay Hanım gibi “Allah!” diyemiyorum, dedi.
Tebessüm etti:
- Kızım, herkesin Allah’ı kendisine göre, hadi söyle bakayım, dedi. O isteğini de hemen yerine getirildi…
“(…)Fariğ olmam meşreb-i rindâneden
Yüz çevirmem nâfile peymâneden
Bezmedikçe hâlet-i mestâneden
Çıkmam Allah, etmesin meyhâneden…”
ATATÜRK SİROZ OLDUĞUNU ÖĞRENDİ, KONSERE GİTTİ
6 Mart 1938
Türk hekimlerinden kurulu sağlık heyeti Çankaya Köşkü’ne geldi. 5 hekim vardı:
Kurul, önce Köşk’ün kütüphanesinde kendi aralarında bir toplantı yaptı. Eski raporlar incelendi. Ardından Atatürk’ün yanına çıkıldı. Üstünde koyu bir robdöşambr vardı. Kanepede düşüncelere dalmış, oturuyordu. Yanında İsmet İnönü vardı. Doktorları karşısında görünce şaşkınlığını dillendirdi:
“Korkunç!”
Bütün vücudu, uzunca bir muayeneden geçirildi. Ayak bileğinde hafif bir ödemi vardı. Karaciğeri biraz büyümüştü. Hekimler izin isteyerek tekrar Köşk’ün kütüphanesine çekildi. Görüşmeler sonrasında beş hekim ortak kararını açıkladı:
“Hastalık: karaciğer atrofık sirozu başlangıcı...”
Doktorlar, teşhisten sonra uzun uzun tedavi üzerine konuştular. Hastalığın sonunda mutlaka “ölüm” olduğunu düşünüyorlardı. Yapılabilecek tek şey, hastalığı mümkün olduğu kadar geciktirmekti. İlk ve en önemli karar Atatürk’ü alkolden uzaklaştırmaktı. Rapor düzenlenmesine karar verildi. Atatürk’e sunulacaktı.
Raporu Dr. Asım Arar kaleme aldı, doktorların hepsi imzaladı. Ve huzura çıkıldı. Takdim, Dr. Asım Bey’e kalmıştı.
Atatürk ayakta bekleyen Asım Arar’a, kulakları az işiten İsmet İnönü’yü göstererek seslendi:
“Yüksek sesle oku da paşa da duysun...”
Dünya liderlerinin gıptayla takip ettiği kahraman, hayatının bundan sonraki sürecini öğrenecekti. Soğukkanlılığını korudu. İnönü, dikkat kesildi. Başbakanlığı Celal Bayar’a bırakırken Atatürk ile aralarına az da olsa soğukluk girmişti. Birazdan duyacakları o arkadaşının akıbetinin ne olacağıydı.
Kara rapor okunmaya başlandı. Atatürk ara sıra başını sallayarak ve hiç sözü kesmeden dinledi. Sıra son cümlelerdeki alkolle ilgili bölümlere gelince hafifçe gülümseyerek sordu:
“Bu içki yasağı ne vakte kadar devam edecek?”
Doktor Arar, yanıtladı:
“Yine böyle bir heyet toplanıp, içki kullanmakta mahzur olmadığına karar verinceye kadar efendim...”
Gülümsemesi bir anda uçup gitti. Canı sıkıldı:
“Ben alkolü çok eskiden beri kullanıyorum. Bir şey olmadı. Şimdiki hastalığıma başka bir sebep aramanız lazım...”
Kimseden ses çıkmayınca Asım Bey cesaretini toplayıp, tekrar söze girdi:
“Efendim sizin birkaç defa sofranızda bulundum. Çok içiyorsunuz. Lakin bununla dimağı faaliyetinize hemen hiçbir şey olmuyor. Bunun sebebi şudur: İçtiğiniz alkolü çabuk yakıyor veya ziyansız bir şekle sokuyorsunuz. Bunu yapan en mühim uzvunuz karaciğerdir. Bugün karaciğeriniz hastalanmıştır. Artık vazifesini eskisi gibi göremeyecektir. Aldığınız alkol de sizi zehirleyecektir. Onun için bunu mutlaka bırakmanız lazımdır.”
Yüzlerine dikkatlice baktı, başını salladı, kısa bir süre suskun kaldı, ardından sadece, “Peki” dedi...
Hekimlere teşekkür etti, başıyla “çıkabilirsiniz” işareti yaptı. El sıkıp çıktılar...
Dinledikleri hiç hoşuna gitmemişti. İsmet Bey ile yalnız kalmışlardı. Ses tonunu yükselterek konuştu:
“Bunların hiçbiri bir şeyden anlamıyor. Ben rakı içmek istediğim için söylemiyorum ve icap ederse yine içmeyeceğim. Fakat bunlara hastalığımın rakıyla hiçbir alakası olmadığını da ispat edeceğim. Beni en çok üzen şey, bugüne kadar doktorlarımdan hiçbirinin gerçek durumumu anlatıp, içkiyi mutlaka bırakmam gerektiğini söylememiş olmasıdır. Yoksa hiç tereddüt etmeden bırakırdım ve belki de bu hallere düşmezdim.”
Hayatı boyunca aldığı en önemli haberlerden birini almıştı. Yıllarca savaş meydanlarında siperden sipere koşarken, hayatını vatanı uğruna hiçe sayarken bile daha rahat hissetmişti...
Teşhisin akşamı neşesini toplamaya çalıştı. Yeni Sinema ’ya, ses sanatçısı Melek Tokgöz’ün konserine gitti.
Sanatçı, saz arkadaşları Selahaddin Pınar ve Nubar Tekyay konser için hazırdı. Perde açıldı. Konser başladı. Melek Tokgöz bir ara başını kaldırdığında Atatürk’ü görüp arkadaşlarına sevinçle işaret etti...
Üst locada oturuyordu; habersiz gelmişti. Sanatçılar hemen Atatürk’ün en sevdiği Rumeli türkülerini okumaya başladı. Dalgın ama neşesini kaybetmeden konseri dinledi.
Son şarkı “Sarı Kurdelam Sarı” türküsüydü.
“İpek kuşak beldedir
Saçakları yerdedir
Dünyayı güzel sarsa aman ah, ah, ah
Yine gönlüm sendedir
Yandım hey hey, hey...”
Türkü bittiğinde ayağa kalkarak sanatçıları coşkuyla alkışladı. Ayrılırken Melek Tokgöz Hanım’ın özel çiçeği, kulisteki yerini çoktan almıştı…
O gün Melek Tokgöz Atatürk’ü son kez görmüş olacaktı.
Atatürk, 10 Kasım 1938 günü ‘Melek’ oldu…
Kaynak:
Yaşar Gürsoy, Atatürk’ün Katilleri ve O Doktor
İskender Özsoy, “Melek Hanım’ın 6 Mart 1938 Tarihli Ankara Konseri: Atatürk Onu Ayakta Alkışladı”,
Bedi Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün Sağlık Hayatı,