Bir Türk Destanı: Büyük Taarruz

Bir Türk Destanı: Büyük Taarruz

Yapılacak Büyük Taarruz ’un son hazırlıkları için 600 bin lira gerekliydi.
Maliye Vekili Hasan Fehmi (Ataç) Bey’e başvuruldu.
Osmanlı Bankası’nda muhafaza edilen Hint Müslümanlarının gönderdiği paradan 600 bin lira verilmesi için Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan izin istedi.
Gazi, bankaya emir verdi, Milli Müdafaa Vekili Kâzım (Özalp) Paşa, o parayı alarak, son eksikliklerin giderilmesinde kullandı.
Meclis kararı çıktı. Fevzi (Çakmak) Paşa, 13 Ağustos 1922’de sessiz sedasız Ankara’dan ayrılıp cepheye gitti.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Ankara’da kaldı.
Plan böyleydi. Anlaştıkları gibi O da birkaç gün içerisinde gizlice Ankara’dan ayrılacak, Fevzi Paşa ile, karargâhlarının bulunduğu Akşehir’de buluşacaklardı.

16 Ağustos 1922

Başkomutan Meclis İkinci Başkanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’yı Çankaya Köşkü’ne öğle yemeğine davet etti.
Amaç bronşitten rahatsız olduğunu Ali Fuat Paşa’nın Meclis’e duyurması içindi.
Ayrıca, 21 Ağustos Pazartesi günü Çankaya Köşkü’nde bir çay ziyafeti verileceğini ilan ettirerek kendisinin cepheye hareketini gizlemek de istiyordu…
Cepheye hareketini herkesten gizli tutuyordu.

“(…)HERKES BENİM BURADA OLDUĞUMU SANACAK…”

17 Ağustos gecesi sabah saat dört buçukta Tuz Çölü-Konya üzerinden cepheye hareket edecekti…

Hareketini gizleme önlemi olarak Anadolu Ajansı gazetelere; Çankaya’da Gazi Mustafa Kemal’in çay ziyafeti vereceği haberini yayacaktı…

Vakit gece yarısıydı. Çankaya Köşkü’nde büyük bir heyecan vardı. Herkes gizli gizli hazırlanıyordu.

Yukarı kattaki odasında Zübeyde Hanım, namazını bitirmiş, ellerini havaya kaldırarak, seccadesi üzerinde dua ediyordu:

“Ya Rabbi, sen Mustafa kulunu muzaffer eyle!”

Fikriye Hanım yanına yaklaştı, “Paşam, üst üste iki fanila giyiniz” diye rica etti.
Kabul etmedi.

Zübeyde Hanım döşeğinden güçlükle kalkıp evladının eşyalarının arasına bir Kur’an-ı Kerim yerleştirdi…

Hazırlıklarını tamamladı.
Üst kata çıktı. Nasıl veda edeceğini bilmiyordu.
Annesi ciddi bir rahatsızlık geçiriyordu. Döndüğünde kendisini bulamayacağını düşündü. Çünkü doktorlar, çok az ömrü kaldığını söylemişlerdi.

“Nereye?” diye sordu kısık sesle.

- Çay’a ana, dedi, Çay ziyafetine…

Zeki bir kadındı, “Bu kıyafet, ziyafet kıyafeti değil,” dedi.

Bu kez çizmelerini gösterdi.

- Biliyorum. Sen cepheye gidiyorsun, dedi. Fazla da üstelemedi, alışkındı evladını cepheden cepheye koştuğunu görmeğe…

Annesinin elini öptü, odadan ayrıldı, alt katta bekleyen Fikriye Hanım ile kucaklaştı, “İşte böyle… Akşam burada büyük bir çay ziyafeti verileceği etrafa yayılacak… Herkes benim burada olduğumu sanacak… Anlaşıldı değil mi?” dedi.

Yanıtı titrekçe döküldü dudaklarından; “Anlaşıldı Paşam!..”

KÖŞK’ÜN AŞÇIBAŞI: GALİBA ÇOK BÜYÜK BIR TAARRUZ OLACAKMIŞ!

Ankara Memleket Hastanesi Başhekimi Doktor Operatör Ömer Vasfi (Aybar) Bey, Fikriye Hanım’ın hayatında çok önemli bir insandı. Neredeyse hemen her gün Çankaya’ya, köşke gidiyor; Fikriye Hanım’ı ve Zübeyde Hanım’ı muayene ediyordu.

Yine öyle bir gününün sabahıydı. Köşkün fayton arabası hastaneye gelip kendisini aldı. Zübeyde Hanım rahatsızlanmıştı.

Ömer Vasıf Bey’i alan arabada Çankaya Köşkü’nün aşçıbaşısı da vardı. Zübeyde Hanım’ın arzusuna uyup Hamamönü’ne uğrayarak, kendilerini okutmak üzere Mevlevi şeyhini de yanlarına aldılar. Yolda aşçıbaşı laf açtı:

- Dün gece de hiç uyumadık… Paşa’nın hazırlıkları vardı… Çok yorulduk!..

“Ne gibi hazırlıklar?..” diye sordu Ömer Vasıf Bey.

- Paşa dün gece, sabaha karşı cepheye gitti… Galiba çok büyük bir taarruz olacakmış!

Doktor şaşkına döndü. Köşk’e gelindi doktor doğruca Zübeyde Hanım’ın yanına çıktı. Oda da Fikriye Hanım da vardı.

Muayene bitiminde Ömer Vasıf Bey aşçıbaşından öğrendiğini doğrulatmak adına Fikriye Hanım’a dönerek sordu:

Fikriye Hanım’ın yüzü kıpkırmızı kesildi. “Katiyetle!” dedi. “Paşa içeride kahvesini içiyor! Aşçı- başı yalan söylemiş…”dedi.

Tam o sırada Zübeyde Hanım’ın sesi duyuldu:

- Aşçıbaşının haberi doğru, Doktor. Mustafa’m bu gece gitti. Hem bak, neler yapacak… Böyle hareket etmesinde mutlaka mühim bir sebep vardır… dedi.

Fikriye Hanım şaşırdı, “Aman anne… Beni doktorun yanında mahcup ettin. Yalanımı çıkardın…” diye serzenişte bulundu.
Zübeyde Hanım ısrar etti:

- Bu, gizlenecek şey mi?.. Hele doktordan… dedi.

Doktor Ömer Vasıf Bey köşk’ten ayrılırken, içinden, “Sahne hakikaten tuhaftı. Fikriye Hanım pek üzüldü, mahcup oldu. Üstelik de hiddet içinde idi, aşçının bu zevzekliği affedilir şey değildir. Hele düşman için milyonlar kıymetindedir!, diye geçirdi

BÜYÜK TAARRUZ’UN MERKEZ KARARĞAHI KOCATEPE

20 Ağustos 1922

Yabancı ülke temsilcilerinin de davetli olduğu Çay ziyafeti, Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayımlandı. Pazar günüydü.

Çay Ziyafeti” başlığı altındaki spotta, “Mustafa Kemal Paşa Hazretleri ricali siyasiyeye (kordiplomatiğe) köşklerinde bir ziyafet veriyorlar,” yazıyordu.

Uydurma bir ilandı…
Başkomutan çoktan gereken hazırlıkları yaptırdıktan sonra, haber vermeden Tuz Gölü üzerinden Konya’ya gitmişti. İlk işi postaneyi kontrol altına aldırmak oldu.
Zübeyde Hanım evladının eve dönmediğini öğrenince Merkez Komutanı Fuat (Bulca) Bey’i çağırttı.
Çocukluğunu bile bildiği komutan geldi, ne diyeceğini bilemiyordu. Annesi kadar severdi. Çocukluğu Mustafa Kemal Paşa ile aynı sokakta geçmişti.

- Nerede benim oğlum?

- Efendim, çay ziyafetine gitmişti, diyebildi.

- Hayır, çay ziyafetine gitmedi. Ben biliyorum. O cepheye gitti. Bir kâğıt kalem getirin; benden ona bir mektup yazın, dedi güçlükle konuşarak...

Başkomutan Konya’da bir gece kaldı, ardından 2. Ordu Karargâhı’nın bulunduğu Bolvadin’e ve 1. Ordu Karargahı’nın bulunduğu Çay’a giderek orduyu denetledi. Ve sonrasında Batı Cephesi Karargâhı’nın merkezi olan Akşehir’e…

Karargah’ta Fevzi Çakmak, İsmet İnönü paşalar ve Albay Asım (Gündüz) Bey bulunuyordu...
Asker karavanası yendi, Büyük Taarruz ’un 26 Ağustos’ta yapılması kararlaştırıldı.
Askeri birlikler yerlerini çoktan almış emir bekliyordu.

Yemek sonrası annesinden gelen mektubu okudu:

“ Oğlum, seni bekledim. Dönmedin. Çay ziyafetine gideceğini söyledin, ama ben biliyorum, sen cepheye gittin. Sana dua ettiğimi bilesin. Harbi kazanmadan dönme. Annen”

"İşte benim anam" diyerek mektubu silah arkadaşlarına gösterdi.

O mektup, arkadaşlarına kudret verdi.

24 Ağustos 1922

Beraberinde Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Paşa olduğu halde güneş batarken; Çay’dan gelmiş olan asıl darbeyi düşmana vuracak olan Birinci Ordu Karargâhı’na vardılar.
Şuhut’un kuzeybatısına düşen Çakırözü Deresi kıyısına karargâh kurulmuştu. O nokta, Kocatepe’ye çok yakındı…
Tan yeri ağarırken aynı gün yürüyüş için başlangıç noktalarına ulaşan birlikler, akşam güneşinin batması ardından yürüyüşe geçmek üzere istirahat ediyordu…
Kocatepe savunma hattının kilit noktalarından en önemlisiydi. Bu kez Büyük Taarruz’un sevk ve idare merkezi olacaktı. Muharebe bölgesine mutlak surette hâkim olan bir bölgeydi.
Kocatepe’den kuzeye doğru bakıldığı zaman, sağ ileride Afyon’dan Döğer’e doğru uzanan Altıncı Kolordu’nun cephesindeki düşmanın en gerileri bile görülüyordu.
Büyük harekâtın önemli noktalarından Sincanlı Ovası ve bu ovada bulunan düşman hava merkezi ve meydanı Kocatepe’nin ayağı altındaydı. Afyon’dan batıya doğru olan düşman müstahkem mevkilerinin Kocatepe’den görülmeyen tek siperi yoktu.
Kocatepe, adeta sanki bu taarruzda Türk Ordusu Başkumandanı’nın ordusunu tarafların en küçük hareketlerini bile görerek sevk ve idare etmesini sağlamak için Allah tarafından yaratılmıştı.

Tekerlekli vasıtalar ancak tepenin eteklerine kadar gidebildikleri için, tam tepe noktasında bulunan gözetleme yerine hayvan sırtında tırmanmak gerekiyordu.

25 Ağustos 1922

Kocatepe’nin güney batısında Çadırlı Ordugâh’ta, Batı Cephesi Karargâhı’nda iki ordu kumandanı ile, Cephe Kumandanı ve Genelkurmay Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bir kez daha harita başında bir araya geldi.

Afyon’un takriben 20 kilometre güneyinde, Şuhut Kasabası’nda, bir köy evinin ikinci katındaki sofrabaşındaydılar…

Petrol lambasının kısık ışığında yemek yiyorlardı. Bir ara yaveri Muzaffer (Kılıç) Bey yanına geldi. Bir gün önce cephe topçu komutanından topçu grupları hakkında edindiği bilgiyi kendisine sundu:

- Ateş yoğunluğu üç-dört saat devam edebilirmiş Paşam. Yalnız planlı engel ateşine gerek görülmüyor…

- Mania ateşini (takviye almasını ve bütünleme yapmasını önleyerek düşman kuvvetlerini yanıltmayı amaçlayan topçu ateşi) de onlara bırakalım… dedi.

Saat 10’a geliyordu. Strateji haritasını istedi (tarafların arazi üzerindeki vaziyetlerini gösterir harita). Bilhassa düşmanın yarma merkezi sıkletinin (ağırlığının) bulunduğu noktalardaki tahkimat ile kuşatmayı yapacak Süvari Kolordusu’nun geçeceği Ahırdağ geçitlerinin arazi vaziyetini gözden geçirdi. Aynı zamanda Eskişehir-Afyon arasında Döğer mevkiinde bulunan düşman ihtiyatları üzerinde dikkatle durup haritayı inceledi. Yaverine seslendi:

- Döğer’le Dumlupınar arasını ölçünüz, dedi.

O sırada elindeki kalemle bir-iki defa o noktaya vurarak, “Döğer… Döğer… Fakat dövemeyecekler… Bu kuvvetler hareketsiz kalmaya mahkûm,” dedi.

Yaver Muzaffer Bey’e döndü ve emrini verdi:

- Haritaları topla. Hareket ediyoruz!

Akşam olmuş, hava kararmıştı. Herkes yorgundu. Emireri Ali Çavuş’a seslendi:

- Çocuk, valizler ve eşya burada kalacak. Biraz kuru yiyecek al, hurçlara koy. Kahve takımını unutma. Beni de saat 2’de uyandır…

Saat gecenin 1’i olmuştu. Herkes hareketliydi. Hazırlıklar hızlanmıştı…

Saat 2 oldu, Ali Çavuş kendisini uyandırdı, kahvesini sundu.
Fevzi Paşa ile yaverleri de uyandırılmalarını Ali Çavuş’tan istemişti. Ali Çavuş onları da uyandırdı.

Tam saat 3’te Fevzi Paşa, Başkomutanın çadırına geldi.

Niyeti, yanlarına varmış olmalarına rağmen Süvari Kolordusu’ndan haber alınmadığını söylemekti. Ancak tam o sırada içeriye bir süvari yüzbaşısı girdi ve süvarinin boğazdan geçişini tamamladığı haberini verdi.

Uyumamıştı. Henüz bozulmamış portatif karyolasının üzerinden tabanca kemerini alıp kuşandı. Eldivenleri elindeydi. Tıraşını bile olmuştu…
Çadırdan çıkıldı, atlara binildi. 7 kilometre ötedeki Kocatepe’ye hareket edildi.

FEVZİ (ÇAKMAK) PAŞA: İNŞALLAH ZAFER BİZİMDİR, HAYIRLI OLSUN!

Bulundukları yerden biraz ileride bir boğaz olduğundan kafilenin başına ve sonuna birer süvari konmuş, ellerine de fener verilmişti. Yürüyüş öylece sürüyordu.

Boğaz kısaydı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa kafilenin boğazdan çıkacağı sırada, fenerlerin ve ışıkların söndürülmesi emrini verdi.
Fenerler söndürüldü, boğazdan çıkıldı. Bir de ne görsünler? Mahşeri bir kalabalık; her taraf asker kaynıyordu…
Atların kişnemesi, teçhizatın gürültüsü ve arada sırada emir komuta sesleri bile duyuluyordu. Henüz karanlık olduğu için durumu anlamak imkânsızdı. Kafile, bu kalabalığın arasından sessiz bir yürüyüşle Kocatepe’nin eteğinde hazırlanan zeminliğe kadar atlarla ulaştı.

Zeminlikte fenerler yakılmış, gereken hazırlıklar yapılmıştı. Özellikle savaş bağlantıları tamamdı. Mustafa Kemal, bir gemici fenerinin ışığı altında haritayı incelemeye başladığı zaman, Fevzi Paşa, diğer bir gemici fenerinin ışığı altında koynundan eksik etmediği Kur’an-ı Kerim’ini okumaya başlamıştı.

Kısa bir süre sonra taarruz başlayacaktı.
Başkomutan, saatine bakarak Fevzi Paşa’ya, “Vakit nasıl hocam?” diye sordu.
Paşa okuduğu Kur’an-ı Kerim’den başını kaldırarak, “Topçuyu yoklayınız,” dedi, Kur’an-ı Kerim’ini okumaya devam etti.

Başkomutan topçuyu yoklayarak “Hazır” haberini aldı. Fevzi Paşa’ya döndü, “Hocam topçu hazır,” dedi.

Fevzi Paşa, yine Kur’an-ı Kerim’den başını kaldırarak, “Piyadeyi yoklayınız,” dedi.

Piyadeyi de yoklayarak onlardan da “Hazır” haberini aldı.

Tel örgüleri ve engelleri temizlemekte olan istihkâm taburunu da yoklayarak işlerinin bitmek üzere olduğunu öğrendi.
Süvari de Yunan Ordusu’nun ümit etmeyeceği dar boğazları geçmiş, cephenin gerilerine sarkmak üzereydi...

Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa telaşsız ve sakindi
Ali Çavuş, Başkomutanın yanından ayrılmıyordu.
Bir ara Mustafa Kemal Paşa saatine bakarak, “Hocam vakit tamam,” dedi.

Fevzi Paşa Kur’an-ı Kerim’ini bitirmiş, dua ediyordu.

Topçu ateşe başlasın ve şarapnel kullansın, diyerek duasını bitirdi. Ayağa kalktı. Heybetli bedeniyle ellerini göğe açarak konuştu:

- İnşallah zafer bizimdir, hayırlı olsun!

Saat 5.30’a geliyordu. Hep birlikte zeminlikten savaş yönetim yerine çıkılacaktı. Ortalık zifiri karanlıktı. Petrol ve mum fenerlerinin titrek ışığı altında, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Kocatepe’ye çıkmaya başladı. Öne doğru fazlaca eğilerek yürüyordu.

Arazi arızalı olduğu için, ağır ağır ilerleniyordu…
Nihayet zirveye ulaşıldı.

Mavi çakmak gözleriyle karanlığı delercesine ileriye bakıyordu. Sesi duyulacak biçimde konuştu:

- Allah Türk milletini ve ordusunu koruyacaktır!

Başkomutan ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 15’lik batarya dürbünlerinin başlarına geçtiler. Sonunda doğu ufkunda ilk beyaz gölgeler belirmeye başlamıştı ki, tek bir ağızdan verilen “Ateş!” emri ile patlayan iki yüz Türk topu ansızın baskın ateşine geçti.
Patlayan yüzlerce Türk topunun gümbürtüleriyle yer gök inliyordu. Topçu ateşiyle artık, BÜYÜK TAARRUZ başlamıştı…

“HOCAM BAKINIZ, SÜVARİ VE PİYADE KOŞMACA OYNAR GİBİ GİDİYOR…”

Düşman gafil avlanmıştı. Hatta çoğunluğu uykudaydı. Karşı top atışlarının gecikmesi bunu gösteriyordu…

Düşman bölgesi görülebiliyordu. Topçu mermileri savaş alanını altüst ediyor, otlar tutuşuyor, rüzgârın da etkisiyle çadırlara yöneliyordu…

Topçu ateşi bir buçuk saat sürdü. Türk piyadeleri, tel örgüleri ve engelleri geçmeye çoktan başlamışlardı.

Diğer birliklerden de iyi haberler geliyordu. Tam o sırada karargâhın yanına büyük çaplı kör bir mermi düştü. Büyücek bir çukur açtığı halde aldıran olmadı. Bütün karargâh dürbünlere yapışmış gibiydi.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, dürbünden başını kaldırdı:

Karşınızda üç düşman bataryası var, çekilmek üzereler. Çekilmelerine mani olun ve onları ele geçirmeye gayret edin, emrini verdi.

Bu sırada iki trenin Uşak yönüne çekildiğini fark etti. Akıncı müfrezesine emrini verdi:

Demiryolunu tahrip edin ve trenlerin çekilmesine mani olun!

Kısa bir süre sonra üç batarya ve trenler ele geçirildi. Yunan Ordusu tam bir kargaşa içindeydi. Çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Kaçabilen kaçıyor, kalanlar ne yapacağını bilmez vaziyette sağa sola koşuşturuyordu.

İki Türk Paşası sakinliğini korunuyor, mutluluklarını yüz ifadelerine yansıtmıyordu.

Bir ara Başkomutan, Fevzi Paşa’ya dönerek, “Hocam bakınız, süvari ve piyade koşmaca oynar gibi gidiyorlar,” diye şaka yaptı.

Güneş iyice yükselmeye başlamıştı. Dürbünün başından neredeyse hiç ayrılmadı. Yaklaşık bir yıldır planlanan Büyük Taarruz saat gibi işliyordu.

ALEVLERE SALDIRAN TÜRK ASKERLERİ

Piyadeler de coşmuştu. Şiddetli ateş atında bile olsalar “Allah!, Allah!, Allah!” sesleriyle düşman siperlerine akın ediyorlardı. Şehit düşenler, düşman mayınlarına basıp Gazi olanlar, her bir Mehmetçik adeta destan yazıyordu.

Düşman inatla direniyordu. Fakat her geçen saniye güçleri tükeniyordu…
Afyon’un hemen güneyindeki sarp tepeler ele geçirilmişti.

Öğleden sonra saat ikiydi.
Egret civarındaki düşman kuvvetlerine takviye birliklerin katıldığı görüldü.

Türk İstihbarat Servisi en küçük düşman birliklerinin bile bulundukları yerleri, birlik numaralarını ve gerçeğe yakın kuvvetlerini biliyordu…

Güneye ilerleyen takviye kuvvetlerinin 13. Yunan Tümeni’nin 3. Alay’ı olduğunu iddia etmeleri Başkomutanı kızdırdı.

- Ukalalık ediyorsunuz, diye sesini yükseltti.

Fakat gece o birliklerden alınan esirlerin hakikaten 13. Tümenin 3. Alayı’ndan oldukları gerçekleştiği zaman, “Ordu, İstihbarat Servisi ile iftihar etmelidir. Bu servisin düşmanı en az bizim kendi birliklerimizi bildiğimiz kadar tanıdığına hayret ve takdirle şahit oldum,” diyecekti.

İkindiye doğruydu…
Düşmanın sağlamlaştırılmış hattının önemli noktalarından Belentepe’ye taarruz eden 23. Türk Tümeni düşmana iyice yaklaşmış ve hücuma kalkmak üzereydi.
Yunan askerleri silahları ve süngüleriyle durduramayacaklarını anladıklarından yangın mermisi kullanarak siperlerinin ilerisindeki tarlalar ve fundalıklarda yangın çıkardı.

Çıkardıkları yangınlarda kendilerini kurtaramayacaktı.
Belentepe siperleri bir anda duman ve alevle örtülmüştü. 23. Tümen tereddütsüz o müthiş alevlere daldı. Bir eşsiz fedakârlık tablosunu seyrederken; insan, damarlarındaki kanın birden durduğunu hissediyordu.

Alevlere saldıran Türk askerlerinden birçoğunun elbiseleri, eli yüzü yanmıştı; fakat Türk atılışını bu korkunç engel de durduramadı.
Çok geçmeden Belentepe’den yükselen “Allah Allah!” sesleri Afyon’dan Banaz’a kadar ortalığı titreten 23. Tümen karşısındaki düşmanı, süngü hücumuyla düşmanı mevzilerinden söküp attı…

Daha batıdaki 15. Tümen düşmanın Tınaztepe’deki mevzilerine sokulmuş, hücuma kalkmak için hasmı ateşiyle iyice ezmeye çalışıyordu. Fakat düşman Egret’ten getirdiği takviye kuvvetlerinin çoğunu bu tepeye sürmüş olduğundan muharebe çok çetin bir safhaya girmişti…

Akşama doğru Tınaztepe’nin düştüğü öğrenildi.
Gece oldu. Başkumandanlık Karargâhı, Şuhut yolu üzerindeki Batı Cephesi Karargâhı’na gitti.

Telgraf ve telefonlar kesintisiz işliyordu. Derken bir cayırtı koptu. Kötü haber geldi:
“Tınaztepe tekrar düşmana geçmiş...”

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Tümen Kumandanı Hasan Fehmi Bey’e emrini verdi:

- Hasan Fehmi Bey, Tınaztepe yarım saate kadar alınacak!

- Baş üstüne Kumandanım!

Yarım saat dolmadan, Hasan Fehmi Bey telefonda müjdeyi verdi:

- Tınaztepe düşmandan alınmıştır, Kumandanım!

Gece saat onda Tınaztepe de ele geçirilmişti.

ALBAY REŞAT BEY’İN HAZİN ÖLÜMÜ

27 Ağustos 1922 sabahı…

Yalnız Çiğiltepe’de Yunanlılar vardı.
57. Tümen durmadan hücum ediyordu. Ancak bütün gücüyle tutunan düşmanı oradan henüz söküp atamamıştı.
Başkomutanın o gecikmeye canı sıkıldı.
Tümenin komutanı Albay Reşat Bey’i severdi. Emrinde çok başarılı hizmetler görmüştü. Teşvik etmek için telefon etti:

- Reşat Bey hala hedefinize ulaşamadınız. Bir sorun mu var?
- Yarım saat sonra ulaşacağım efendim. Söz veriyorum.”
- Peki, size güveniyorum.

Fakat aradan yarım saat geçtiği halde tepe henüz ele geçirilememişti. Bir kez daha sinirlendi. Henüz savaş tam olarak bitmemişti.

- Hani ya… Yarım saatte zapt edeceğini vaad etmişti? Niçin sözünü tutmadı? diye sordu.

Reşat Bey’le tekrar konuşmak istedi.
Telefona Emir Subayı Üsteğmen Bozkurt (Kaplangı) çıktı.

- Reşat Bey’i istemiştim.

Bozkurt Üsteğmen zorlukla, “Reşat Bey az önce intihar etti efendim…” dedi ve ekledi, “Size bir açıklama bırakmış. Müsadenizle okuyorum:

“Yarım saat içinde size o mevzii almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.”

Üsteğmen, Başkomutan’ın teselli edici sözlerini ağlayarak dinledi.

Başkomutan telefonu kapattı, çok az duyulacak bir sesle, “Allah rahmet etsin!” diyebildi. Vakit kaybetmeden, aynı emri onun yerine geçen komutana tebliğ ettirdi.

Tepe, birkaç dakika içinde, şiddetli bir hücumla işgal edildi.

Başkomutan belli etmese de Tümen Komutanı Reşat Bey için çok üzülmüştü. Kendisini bizzat tanırdı. Çok güvenirdi. Büyük Taarruz sırasında görev alması tesadüf değildi. Kendisini Anafartalar muharebelerinden tanıyordu. Keza Kafkas Cephesinde düşman işgalinde görev almış, 1918 yılında Yıldırım Ordularında grup komutanlığına atanmış, ve esir düşmüş, esaretten kurtulduktan hemen sonra Milli Mücadele’ye katılmak için yanına koşmuştu.

“KÖPEĞİN ADINI DA DEĞİŞTİRİN!”

Yunan birlikleri küçük kafileler halinde esir düşüyor, esir düşmeyenler kaçarken köyleri ateşe veriyordu. Karargâh sabahı zor etti…

28 Ağustos sabahı

Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa karargâhlarıyla beraber Afyon’a hareket etti. Kente girdiklerinde manzara göz yaşartıcıydı. Bütün Afyon halkı, kadın erkek, çoluk çocuk yollara dizilmiş Mehmetçik ve Başkomutanlarını sevinçle karşıladı. Öyle ki bir ara Başkomutanlarını otomobilinden alıp kucaklarında bile taşıdı. Kalabalıktan otomobiller yola devam edemiyordu…
Kafile, yarı yaya yarı otomobillerle Afyon Belediye binasına kadar gelebildi. Binanın önünde toplanan halka Mustafa Kemal Paşa, heyecanlı bir konuşma yaparak yurttaşlarını coşturdu…
Aynı gün öğleden sonra tekrar yola çıkıldı. Savaş alanının içinden gidiliyordu.
Etrafta bir sürü düşman ölüsü ve kaçarken bıraktığı silah ve malzeme bulunuyordu.
Bir süre sonra Arap Çiftliği denilen bir yere varıldı.
Burada yeni ve gayet güzel bir otomobil gözlerine ilişti. İçinde bir köpek de vardı. Askerler köpeğe oracıkta Trikupis (Yunan Başkomutanı) adını koydu ve Başkomutanlarına da bir otomobil bulduklarını söyledi. O da, “Yedeğe alın,” dedi ve ekledi:

Köpeğin adını da değiştirin!”

MUSTAFA KEMAL PAŞA: …BENİM ANAM BABAM YOK, KİMSESİZİM…

Hava iyice karardığından ışıklar yakıldı. Kafile zor ilerliyordu. Sonunda uzakta bir ışık göründü. Işığa doğru yaklaşıldığı zaman, buranın boşaltılmış bir köy olduğu anlaşıldı.

Işık yanan binaya gelindiğinde otomobillerden inildi. Bina tek odalı toprak bir evdi. İçeride bir kandilin altında ihtiyar bir karı koca oturuyordu.
Ayak seslerini duyduklarından kapıya ve pencereye korka korka baktılar.

Gelenler, kapıyı vurup kendilerinin asker olduklarını söylediler. Mustafa Kemal ve Fahrettin Paşa ile yâverleri, Mustafa Kemal’in emir çavuşu Ali Çavuş, içeriye girdiler. İki ihtiyarın, toprak yere serilen çok eski bir şiltede yattıkları, etrafta başka bir eşya olmamasından anlaşılıyordu.

Mustafa Kemal ve Fahrettin (Altay) Paşa’yı tanımadıkları halde o iki ihtiyar ellerinden geleni yapmak için çırpınıyorlardı.
Bir ara süt getirdiler. Emir çavuşu Ali Çavuş, Başkomutanına güzel bir sütlü kahve yapıp ikram etti.
Paşalar, beraberlerinde getirilen beylik ve battaniyeler üzerinde yerde oturuyorlardı.
Yaverine seslendi:

- Afyon’daki eşyaları buraya getirin, karargâh burası olacak,

Sonra iki ihtiyarla tatlı tatlı bir sohbete başladı:

- Benim anam babam yok, kimsesizim, sizler benim anam babam olur musunuz? diye sordu.

İhtiyar karı koca gayet candan, yanıtladı:

- Sen bizi analığa babalığa kabul ettikten sonra biz de canla başla! dedi.

Sabaha karşı çadırlar geldi ve karargâh orada kuruldu.

“HAREKÂTI BİZZAT İDARE EDECEĞİM.”

29 Ağustos sabahı

Erkenden kalkarak Sakallı Nurettin Paşa’yı bulmak için Birinci Ordu bölgesini gezdi.
Arada bir ileri hatlara sokulduğu oluyordu. Etrafına ara sıra mermiler de düştüğü görülüyordu. Sonunda Afyon’a dönülerek Belediye binasında kalmaya karar verildi.
Komutanlar Fevzi ve İsmet paşalar oradaydı. Fahrettin Paşa da Mustafa Kemal ile beraberdi.
Gelen savaş raporlarını değerlendiren Tevfik (Bıyıklıoğlu) Bey, durumu İsmet Paşa’ya anlatarak haritayı gösterdi, İsmet Paşa da Tevfik Bey’i Mustafa Kemal’e gönderdi. Bu sırada emir çavuşu Ali Çavuş da uyanmış, Tevfik Bey’in isteği üzerine Mustafa Kemal’i uyandırmıştı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa yatağın içinde olduğu halde haritayı inceledi ve birdenbire Fevzi ve İsmet Paşaların çağırılmasını istedi.
İki paşaya Yunan Ordusu’nun çevrilmek üzere olduğunu söyledi.
Yeni duruma göre kararlar alındı ve emirler yazıldı.
Bu yazılı emirler sabah saat 6.30’da dağılmaya başladı.

30 Ağustos sabahı

3. Kolordu taarruzuna devam ederek Altıntaş’a ulaşmıştı…

Süvari Tümeni bir düşman alayını imha ederek Kütahya’ya erişmişti...

Tevfik (Bıyıklıoğlu) Bey son durumla ilgili Başkomutan’a bilgi sundu.
Zevkle dinlerken, anlatılanları en ufak noktasına kadar aklının ve mantığının süzgecinden geçirdi.

Bütün hayatı boyunca emeklerini arkadaşlarıyla cömertçe paylaşmış olmanın âlicenaplığı içinde komutanlarını tebrik etti. Ardından Fevzi ve İsmet Paşaları istedi. Geldiklerinde son darbe için konuştu:

- Paşalar… Görüyorsunuz ki, düşman ordusu kuvayi külliyesi (tümü) ile tamamen sarılmak üzeredir. En kritik andayız, dakikalar değerlidir.

Fevzi Paşa’ya dönerek, “Paşam, siz lütfen İkinci Ordu Kumandanı Yakup Şevki Paşa’ya bizzat giderek kuşatmanın tatbikatına nezaret ediniz,” dedi.

İsmet Paşa’ya döndü:

“Siz de benimle beraber Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’nın yanına geliniz, harekâtı bizzat idare edeceğim.”

“HACİANESTİS! MAĞRUR KUMANDAN! NEREDESİN? GEL DE, ORDULARINI KURTAR ŞİMDİ.”


Emirleri vakit kaybedilmeden yerine getirilecekti. Öyle de oldu.

Geceden beri Türk tümenleri hareketlerini yeni şartlara göre almıştı. Yunan tümenleri ise bir hayli sarsılmış ve mevcutları azalmış olarak Çalköy batısına gelmişlerdi.

Ordu Kumandanı General Trikupis, elindeki kuvvetlerin Çalköy- Ağaçköy hattı üzerinde, güneyde sıralanan tepeleri tutmaları emrini vermişti.

Türk tarafı böyle bir tedbire başvurulacağını düşünmüştü. Trikupis, bu tedbiri ordusuna aldırırken, Çalköy-Ağaçköy batısındaki sıra tepeler, sürekli Türk ateşiyle barınılmaz duruma getirildi. Yunan kumandanı, çaresizlik içinde Banaz’a çekilmeye karar verdi.

Mustafa Kemal Paşa, Yunan kuvvetlerinin, Çalköy-Ağaçköy sıra tepelerine doğru akışının yön çevirdiği haberini aldığı zaman, tebessüm etti, önündeki harita üzerinde Banaz’ı işaretledi ve yanındaki komutanlarına konuştu:

- Şimdi, dedi… Buraya çekilmeyi deneyecek, ama oranın da ateş hattımıza girdiğinden haberi yok! Gafil…

11. Türk tümeni, 13. Yunan Tümeni’ne taarruz etti ve onu hareketten alıkoyup savaşa mecbur etti.
5. Türk Tümeni, 9. Yunan Tümeni’ni, 23. Ve 3. Türk Tümenleri de 5. Yunan Tümeni’ni yakalayıp savaşa soktu. Böylece Dumlupınar yönü kapatıldı.
Kuzeyden gelen 12. Yunan Tümeni de, 16. Ve 61. Türk tümenlerine karşı kuzeyde cephe aldı.

Ölümü hiçe sayan kahramanlar, düşmanın üzerine iniyordu.

Türk ordusunun kahramanca ilerleyişi karşısında Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, elinden düşürmediği sigarasını derince çekti. Siper içinde göğsünü gere gere dimdik duruyordu.
Gözleri nemli ama ışıl ışıldı... Bulunduğu siperdeki kaya parçasına çıkarak eliyle savaş alanını gösterdi ve haykırdı:

- Hacianestis! Mağrur kumandan! Neredesin? Gel de, ordularını kurtar şimdi.

O haykırış, savaş öncesinde İzmir gazetelerine "Bütün cepheyi dolaştım, ama Mustafa Kemal adında bir komutana rastlamadım" diyen Yunan Başkomutanı Hagianestis''e bir cevaptı... (Yeoryos Hagianestis başarısız olunca yerine Trupukis atanmıştı. Hagianestis savaştan sonra yargılanarak idam edilecekti)

“AH ZAVALLICIKLAR! SİZLERE KİM SÖYLEDİ BURALARA GELESİNİZ DİYE… KİM SÖYLEDİ ANADOLU ALINIRMIŞ, DİYE…”

Böylece Yunan Ordusu, 30 Ağustos gününün ikinci yarısı içinde kuvvetli bir çember içine alınmış oluyordu.

Ancak arazinin fazlaca arızalı olması ve beş gündür durmaksızın savaşmanın verdiği yorgunluk nedeniyle Türk birlikleri Kızıltaş Deresi yönünde bir deliği kapatamamıştı. Yunan Ordusu, Kızıltaş’taki bu gedikten çıkmayı denedi.
Orası da kısa sürede Türk ateş hattına girmişti.
Trikupis için ise son çare geceyi beklemekti. Gecenin karanlığı içinde bozgun ve perişan, o daracık geçitten sızıp en yakın sahile ulaşmaktan başka çaresi yoktu.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaferinin akşamı Kızıltaş Deresi’ni geziyordu. Yanında gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey de vardı.
Gördükleri manzara korkunçtu.
Başkomutan o manzara karşısında hüzünlendi, üzüldü, gözleri buğulandı, gırtlağından çözülen cümleleri ses oldu:

- Ah zavallıcıklar! Sizlere kim söyledi buralara gelesiniz diye… Kim söyledi Anadolu alınırmış, diye… Varın, kanınıza girenlere sorun! Ben yurdumuzu, haysiyetimizi ve istiklalimizi korudum! Vazifemi yaptım…

“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ. İLERİ.”

Ertesi günü olmuştu. Sabahın erken saatlerinde yine muharebe alanını geziyordu. Gördüğü manzaradan üzgün ve mustaripti.
Binlerce düşman cesedi ve birbiri üstüne yığılmış yüzlerce topçu hayvanı, terk edilmiş toplar, cephaneler…

Bu elim manzarayı bir süre seyrettikten sonra, konuştu.

- Bu manzara insanlığı utandırabilir!” Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler…

Biraz ileride, topların arasında, yerde bir Yunan bayrağı terk edilmiş, duruyordu. Gözüne ilişti. Eliyle bayrağı işaret ederek, “Bir milletin istiklal alametidir. Düşman da olsa hürmet etmek lazımdır. Bayrağı oradan kaldırıp top üzerine koyunuz!” dedi.

Trikupis, çekilme sırasında rastlayacakları şehirleri, köyleri, camileri yakmak emrini vermişti. Halk da tabiî mitralyöz ateşine tutulacaktı. Merhamet etmek yok; yaşlılar, kadınlar, çocuklar aynı işleme tutulacaktı.

Gazi Mustafa Kemal Paşa cephenin hemen arkasındaki tepelerden aşağı baktı. Vahşi bir kargaşa, alevlerin yükseldiği yerlerden, yanan halkının haykırışlarını duydu.

Kaşları çatıldı, mavi gözleri alev topuna dönüştü, sağ kolunu havaya kaldırdı, işaret parmağı ile karşı istikameti göstererek haykırdı:

- Ordular ilk hedefiniz Akdeniz. İleri!

“Allah, Allah!” nidaları yeri göğü yırttı.
Mehmetçikler komutanlarıyla adeta yaydan fırlamış ok oluverdi.
Topların gümbürtüleri kulakları sağır etti.
Yunan askerleri kaçacak delik bulamadı.

Trikupis ordusuyla beraber kaçarak Çalköy’e ulaşmıştı.

“(…) NAPOLYON DA VAKTİYLE ESİR OLMUŞTU…”

3 Eylül 1922

Mustafa Kemal Paşa, karargâhı ile birlikte Uşak’taydı. Şehir alevler içinde yanıyordu. Düşman perişan ve can derdinde iken bile terk ettiği her Türk şehrini, evini, tapınağını, ağacını, hayvanını, yaş ve cins farkı tanımadan insanı yakıyor, yıkıyor, öldürüyordu.

Beklediği haber gecikmedi.
Yunan Başkomutan Nikolaos Trikupis Uşak yakınlarındaki Göğem köyü civarında Afyonlu Ahmet Çavuş ve Kayserili İbrahim Bayram Bayazit Çavuş önderliğindeki keşif koluna, 5000''den fazla askeri ve 300 subayı ile birlikte teslim oldu.

Türk Ordusu Başkomutanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa''nın huzuruna çıktı.

Askerdi. Neredeyse hayatının bütünü orduda hatta savaş cephelerinde geçmişti…
Centilmen bir subaydı. Savaşmanın cinayet olduğunu düşünürdü. Yunan komutanı huzuruna getirildiğinde esirdi. Keskin bakışlarını üzerinde gezdirdi ama ses tonu o denli sert değildi.

- Üzülmeyin general, siz görevinizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlup olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu.

Yunan general suskunluğu tercih etti ardından hemen ricasını dile getirdi.

- Müsadenizle eşime hayatta olduğumu açıklayan bir telgraf çekilmesini rica ederim.

Hiç beklemeden, “Elbette” dedi.

Yunan esir komutanın gergin yüzü yumuşarken sözlerini sürdürdü:

- Size karşı büyük hürmet besliyoruz. Burada misafirimizsiniz. Buyurun istirahat edin, yakında her şey düzelecektir…

Yapılan harekâtı nasıl karşıladıklarını hangi askeri manevraları yaptığını sordu. Aldığı yanıtlardan kendi planında olduğu gibi gafil avlandıkları sonucunu çıkardı.

(Trikupis, bir yıla yakın süre diğer savaş esirleriyle birlikte Talas''taki kampta kalacaktı. 1923 yılında savaş esirleri mahkemesinin bir parçası olarak Yunanistan''a döndü.)

Türk orduları İzmir’e yürüyordu…
Son Türk yurdu ilelebet payidar olacaktı

Yaşar Gürsoy

Yazarın Diğer Yazıları