İşte Atatürk’ün laubaliliğe verdiği yanıt

Fazlı Güleç, Bursa’da Valiydi. Temmuz ayında Atatürk makamını ziyaret etti.

Meclis kapalı olduğundan bazı vekiller de beraberindeydi.

Akşam hep beraber yemeğe geçildi. Sofrada vekillerden Muhiddin Baha Pars’ da vardı. Atatürk kendisine dönerek:

- Sizin benimle sınıf arkadaşı olan bir kardeşiniz vardı, ne oldu? diye sordu.

Muhiddin Baha Pars:

- İzmir’de öğretmendir; fakat tatil dolayısıyla şimdi burada bulunuyor, emrederseniz çağırayım, cevabını verdi.

Çağırmasını istedi. Birkaç dakika sonra, tekrar Pars’tan, Başka kardeşleri olup olmadığını sordu. Aldığı cevaptan bir de büyük kardeşi olduğunu, onun da Bursa’da öğretmen bulunduğunu öğrenince onun da çağrılmasına rica etti. Muhittin Bey, her iki kardeşini de davet etti.

Bir saat kadar sonra davetliler geldi. Atatürk’ün sınıf arkadaşı olan Hakkı Baha Bey, salon kapısından girer girmez yüksek sesle ve gayet laubali bir tavırla:

- Hoş geldin Kemal!.. diye sesini yükseltti.

Sofraya bir ağırlık çöktü. Ama Atatürk hiç bozuntuya vermedi:

“Buyurun, oturun,” diyerek her ikisine yer gösterdi.

Sohbet sürdü...

Hakkı Baha Pars, Afet İnan’ı kastederek, o akşamki buluşmayla ilgili, “Bu daveti muhterem talebemden bilirim, beni başka kimse hatırlayamaz,” diyerek sitemde bulundu.

Sofradaki herkes suskun kaldığında Atatürk, arkadaşının yüzüne baktı, hafifçe güldü, ağırlaşan havayı dağıtmak için arkadaşına ismiyle hitap ederek, “Sen Selanik’te evlenmiştin, çocukların olmadı mı?” diye sordu.

- Oldu, bir kızımla bir oğlum var. Her ikisi de benim gibi öğretmenlik yapıyorlar... Kemal! Bilir misin, o zaman sana da ... Paşa’nın kızını istedikti de, vermedilerdi.

- Yok canım. Ben evlenme işini bir defa düşündüm ve yaptım... Bunlar laftır.

Arkadaşının birbirinden uygunsuz sözlerine çok içerlemesine rağmen nefsiyle mücadele etti. Sık sık en değer verdiği çocukluk arkadaşı Nuri Conker ile göz göze geldi, Nuri Bey her defasında başını öne eğerek gülümsedi.

Kadehe sarılmalarını sıklaştırdı, o anlarda arkadaşına da içmesi için şerefe yaptı. Bir ara,
“Sen hangi dersi okutuyorsun?” diye sordu.

- Felsefe!..

- Ruh nedir? Bana anlatır mısın?..

Baha Bey, sınıfta ders verir gibi bir tavır aldı; Tevrat bunu diyor, Kur’an bunu diyor, filan filozof bu fikirde... Falan filozof da şu fikirde, diye konuşmaya başladı.

Dayanamadı, sözünü kesti, yüksek sesle:

- Ben senin kendi kanaatini sordum... Harbiye’de seninle beraber okuduk, fakat felsefe diye bir ders görmedik. Ben senden sonra iki yıl daha okudum; gene böyle bir ders yoktu. İnsan okumadığı dersi okutmaya kalkarsa işte böyle olur, vatan evladı da cahiller elinde perişan olur, gider, dedi ve Hasan Rıza Soyak’a dönerek:

- Yarın bunu hocalıktan uzaklaştırınız!.. emrini verdi.

Hasan Rıza Soyak, “Baş üstüne efendim”, derken, Atatürk, Mehmet Baha Pars’la konuşmaya başladı:

- Sen ne okutuyorsun?

- Müzik, efendim!..

- Bir parça çal bakalım...

Mehmet Baha Bey beraberinde getirdiği udla bir parça çaldı. Atatürk beğenmediğini söyleyerek, “Bunun da işine son verin!” dedi ve sofranın kapandığını söyleyerek odasına çekildi…

Ertesi gün iki kardeş sabah erkenden Hasan Rıza Soyak’ın makamına gitti. Yanlarında istifa mektupları da vardı. Hasan Rıza Soyak, “ Bunda acele etmeyiniz” dedi.

“ Gazi Paşa bu işi elbette böyle bırakmayacaktır; ben öyle ümit etmekteyim”

İki kardeş istifa yazılarını da yanlarına alarak Genel Sekreterlikten ayrılırken, Hasan Rıza Soyak öğleden sonra makama çıktı ve şu talimatı aldı:

- Ben, Uludağ’a çıkıp döneceğim; geceyi de burada geçireceğim. O iki kardeşin gönüllerini almak istiyorum. Siz, dün akşam sofrada bulunanların hepsini bu akşam da yemeğe davet ediniz.

Akşam oldu, dedikleri yerine getirildi. Bir gece evvelki davetlilerin hepsi gene sofradaydı. Atatürk, sınıf arkadaşı Baha Bey ile uzun uzadıya konuştu, sonra sofradakilere döndü:

- Bu zat, kıymetli bir arkadaştır, dedi... Kendi kendini yetiştirmiş, kendi kendine felsefe öğrenmiş ve okutmaktadır; bunun kıymetini bilmek gerektir...

Müzik öğretmeni Mehmet Baha’dan da bir parça çalmasını istedi; dinledi:

- Bu parçalar, dedi, atalarımızın yadigarı kıymetli eserlerdir. Bunların kaybolmamaları lazımdır.

Hasan Rıza Soyak’a bakarak, “ Beyefendiye yardım ediniz de, çok talebe yetiştirsinler!..” dedi.

Herkes memnundu. Yemek de bitmişti, ayağa kalktı; iki kardeşe, dikkatleii çekecek kadar, nazik bir tavırla veda etti.

Herkes sofradan neşe içinde dağıldı...

Kaynak:
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar

Yazarın Diğer Yazıları