Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Mustafa Hakan ÜNSER

Mustafa Hakan ÜNSER

Kudüs Sendromu

Kudüs Sendromu

Cumhuriyet döneminde ilk kez bir kilisenin açılışını yapan Cumhurbaşkanımız ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan "başkenti Kudüs olan, bağımsız Filistin" çağrısı yaptı.

HAMAS'ın İsrail'e saldırısının ertesi günü yapılan bu çağrı tekrar dikkatleri Ortadoğu'nun düğümü olan İbrahimi üç din için de kutsal sayılan yaklaşık 1 milyon 200 bin nüfuslu Kudüs şehrinin üzerine çekti.

Kudüs, tarihi boyunca iki defa yok edilmiş, yirmi üç kere işgal edilmiş, elli iki defa saldırıya uğramış ve kırk dört kere de ele geçirilip tekrar el değiştirmiş.

638 yılında Halife Ömer’in, Kudüs’ü Bizanslılar’dan alışından sonra Haçlıların ardından Selahaddin Eyyubi ve devamında Harezm Tatarların yıllar süren yağma dönemini takiben 1250-1517 tarihleri arasında Memlüklüler tarafından yönetildi. 1517'den 1917'ye kadar şehir Osmanlı yönetiminde kaldı. Günümüzde de hâlâ huzur ve sukünet bulamayan şehir Ortadoğu ve dünyanın gündeminde olmaya devam ediyor.

Filistin sorununa ısrarla Kudüs sorunu demek acaba bir sendrom mudur? Yoksa bir geleneğin ısrarlı söylemi midir?

“Bir durumun insan üzerinde bıraktığı olumsuz etki” diye tanımlanan sendrom kavramının en şöhretlisi Stokholm sendromudur. Bunun gibi tanımlamalar bazı davranışları anlamamızı ve izah etmemizi kolaylaştırır ama aynı tanımlamalar bazen çözüm üretmemizi zorlaştırır.

Kudüs sendromunun da Stokholm gibi bilinçli davranışları etkileyen bir yapısı var: Her yıl Kudüs'ü ziyaret eden iki milyon civarındaki turist veya hacıdan yaklaşık yüz elli kişide görülen şehrin mistik atmosferinden etkilenme sonucu tetiklenen dinsel temalı saplantılı düşünceler, çeşitli çarpık fikirler, sanrılar gibi psikozların yarattığı bir sendrom var. İlk defa 1930'lu yıllarda psikiyatr Heinz Herman tarafından tanımlanmış, din odaklı halüsinasyonlar görülmesi şeklinde seyreden bir çeşit akıl tutulması.

İlk sırada kendini dini bir lider olarak görenler, ikinci sırada aydınlanma yaşayanlar ve üçüncü sırada da insanlığın kurtuluşuna kendini adayan kişiler şeklinde ortaya çıkıyor.

Bu belirtilere ilave olarak temizlik takıntısı ve beyaz giyinmek ortak özellikleri arasında.

Sendrom şehirden ayrıldıktan sonra beş ila yedi gün sonra etkisini yitiriyormuş.

Mesele Kudüs olunca rasyonel davranış rafa kalkıyor. Devletler devlet olmaktan, partiler partilikten, örgütler örgütlükten çıkıyor ve çok kıyıcı bir terör süreci başlıyor.

Bir önceki yazımda da değinmiştim; İslam coğrafyasında özellikle Ortadoğu’da yaşanan neredeyse her olayda denkleme İhvân-ı Müslimîn örgütünü katmak gerekiyor. Ortadoğu'da ortaya çıkan gelişmelerde devletlerden değil bazı konularda devleti aşan partilerden söz etmek zorunda kalınıyor.

İhvân burada HAMAS isimli bir parti olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden en son gelişmelerden İsrail-Filistin savaşı değil İsrail-HAMAS savaşı diye bahsediliyor.

Modern devletlerin ortaya çıkardığı "siyasi partiler” benzer siyasi görüşe sahip olan insanların iktidar veya iktidar ortağı olmak amacıyla seçime girmek için kurdukları örgütlerdir. Seçim rekabeti için kurulması gereken siyasi partiler dinlerin ve mezheplerin, milletlerin ve etnisitelerin iç içe geçtiği Ortadoğu’da; aşiret ve tarikat gibi yapıların gelenekleştirdiği davranış kalıpları ile yönetiliyor. Bu yüzden parti tanımı Ortadoğu'da dönüşüme uğramış, bölgedeki partiler iktidara ulaşmak için seçim olmasına ve seçime girilmesine ihtiyaç duymamaktadırlar. Buna en iyi örnek ise Filistin’de on yedi yıldır seçim yapmadan iktidarda duran HAMAS ile Lübnan’da Hizbullah örgütleridir. Bu iki örgüt de parti adı altında faaliyet göstermektedirler.

Mazlum Filistin halkı ve hemen yanı başında bir kıvılcımla alevlenecek kuru otlar gibi bekleyen Lübnan halkı partimsi ve devletimsi yapılar arasında sıkışmış kalmışlar.

Sıkışmış ve çaresiz kalmış insanlar gittikçe rasyonaliteden uzaklaşırlar. Hele karşılarında son günlerde gördüğümüz üzere uluslararası hukuk, uluslararası kuruluşlar ve insan haklarını hiçe sayan kural tanımaz ve aşırı ve orantısız güç kullanan bir garip devlet varsa işler daha içinden çıkılmaz bir hâle geliyor.

Bugünkü var olan kilitlenmişliğin çözümü için üçüncü yol bulunmadığı sürece maalesef sorun çözülemeyecek ve hatta İsrail – Filistin ikilisi uzun yıllar tüm dünyaya sorun ihraç etmeye devam edecek gibi görünüyor.

1948’den beri süregelen soruna; ne Arap-Benî İsrail ne de Müslüman- Yahudi sorunu, çatışması olarak bakmalıyız. Meseleyi bu kavramlarla ele almak; sorundan, kaostan geçinenlerin ekmeğine yağ sürmek olur.

Sorunun dünya kamuoyunca tarafgir olunmadan ele alınabilmesi için; yaşananların bir insan hakları sorunu, İsrail vatandaşlarının (her kimlikten) bireysel ve toplumsal sorunu olduğunu ve BM tarafından devletler hukukuna göre ele alınması gerektiğini görmeli ve bunu işlemeliyiz.

Yazarın Diğer Yazıları