Soyadlarımızın mimarı: ATATÜRK

Soyadlarımızın mimarı: ATATÜRK

Soyadı Kanunu, her Türk vatandaşına bir soyadı taşıma yükümlülüğü getiren 2525 sayılı kanundu ve 21 Haziran 1934 tarihinde kabulü, toplumsal alanda yapılan Atatürk devrimlerinden en önemlilerinden biriydi…

Kanunun amacı o güne kadar kişilerin ön adlarının yanında bir soyadı yerine dinî, sosyal ve ailevi unvanlar taşımalarının yol açtığı olumlu ya da olumsuz ayrımcılığı ortadan kaldırmaktı…

Kanun aynı zamanda nüfus işlemleri, askere alma, okul kaydı, tapu işlemleri gibi alanlarda yaşanan karışıklıkları ortadan kaldırmaya yaradı. Bu yasanın ardından hemen sonra 26 Kasım 1934 günü çıkarılan Kanun'la "ağa", "hacı", "hafız", "hoca", "efendi", "bey", "beyefendi", "hanım", "hanımefendi", "paşa", "hazret" gibi unvan ve lakapların kullanılması yasaklanacaktı.

Kanun 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından oy birliği ile kabul edildi…

ATATÜRK’ÜN VERDİĞİ İSİMLER VE SOYADLARI

Soyadı kanunu çıktıktan sonra herkes soyadını Atatürk’ten almak için adeta yarışıyordu…

Atatürk’ün sofrasında en fazla oturma unvanına sahip gazeteci milletvekili Falih Rıfkı kanunun çıkışının ertesi gün sabah drama dergisini açıp ilk sayfalarda en sevimli kelimeyi soyadı olarak belirledi.

Akşam sofrada Atatürk kendisine serzenişte bulundu, “Sen kendine soyadı bulmayı bırakmadın” dedi. Atay’ın yanıtı, “Her gün yazıyorum, sizin bu işe ne kadar değer verdiğinizi bildiğimden bir gün bile geç kalmak istemedim.” diye yanıtladı. Oysa Atatürk soyadı vermeyi pek severdi.

MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK

Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa aile geleneği olduğu için “Çakmak” soyadında ısrar etti. Atatürk hiç hoşlanmadı ama kendisini kırmadı. “Çakmak… Bir Komutan için hiç de hoş değil!” dedi. Zira karşısındakinin hal tercümesini ve başından geçen vakalara uygun bir soyadı takmayı doğru buluyordu…

OSMAN GRANDİ

Dilin geliştirilmesiyle uğraşmayanlardan biri de Osman Bey idi. Soyadını Grandi olarak belirlemişti. Saf içi dışı bir, düzgün bir insandı. Dışişlerinde görevliydi. Grandi Mussolini'nin Dışişleri Bakanının adıydı. Bir akşam Atatürk kendisine “Ne taşıyorsunuz bu soyadını” diye sordu. Osman Grandi’nin yanıtı, “Çok eskidir, tarihidir, efendim” oldu. Atatürk, “Ne imiş tarihi bakalım?” diye ısrarcı oldu.

- Efendim cedlerimizden biri gemi ile Mısır’dan geliyormuş, teknenin kaptanı imiş, yolda büyük bir fırtına çıkmış, imdat gelinceye kadar içindekilerin hepsi boğulmuşlar. Fakat ceddim grandi direğine çıktığı için kurtulmuş soyadımızın hikâyesi budur.

Atatürk sesinin tonunu yükseltti:

- Ne? Ne? Bütün gemidekiler boğulduktan sonra yalnız kendi canını kurtaran kaptanın hatırası mı olur? Beyefendi yalnız bu sebeple bırakınız da bir Türkçe ad takınız…

HERKES SOYADINI ATATÜRK’TEN ALMAK İSTİYORDU.

Atatürk General Fahrettin Altay’a Türk Generalleri arasında en uzun boylu olduğu için Altay Dağına benzetmek istediğinden Altay soyadını layık gördü…

BELLETEN

Türk Tarih Kurumu kurulduğundan beri bir belleten, bir bülten, o zamanki tabiriyle bir mecmua dergi çıkarmak fikri vardı. Bir gün Afet Hanım Türk Tarih Kurumu Sekreteri Uluğ İldemir’i köşke çağırdı. Çağrılma nedeni bülten konusuydu. Sohbet başlarken Atatürk salonu girdi.

- Ne konuşuyorsunuz?” dedi ve konuyu öğrendikten sonra “Bülten nedir?” diye sordu. Afet İnan, “Bülten, yazıların çıktığı bir dergidir” diye yanıtladı. Atatürk masasına geçti, “Gelin şunu araştıralım” dedi.

Kütüphane müdürüne sözlükleri getirttirdi. Küçük Larus geldi, Büyük Larus geldi, bakıldı, bülten kelimesi nereden geliyor diye araştırıldı.

Bülten Fransızca’ya, İtalyanca’dan geçmiş, İtalyanca’ya Latince ’den. Latince’si, damga, bilmem ne manasına geliyor…nihayet Atatürk Pekarski’nin Yakut Lügat’ini getirtti. Aşağı yukarı buna benzer, aynı anlamı taşıyan kelimelere var. Biz bunları konuşurken Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu geldi. Atatürk, “Gel Saraçoğlu, biz bültenin Türkçe ’sini araştırıyoruz sende bak gel” dedi.

Uzun uzun konuşuldu ve nihayet belle, belge derken Atatürk kağıdın üzerine “BELLETEN” diye yazdı ve Uluğ İldemir’e uzattı, “Mecmuanın adını böyle yaparsınız” diye gülümsedi.

BOZKURT

2 Ağustos 1926 günü, Midilli adası yakınlarında, “Bozkurt” adlı kömür yüklü Türk gemisi ile “Lotus” adlı Fransız ticaret gemisi çarpışmıştı. Bozkurt Gemisi batarken 8 Türk gemicisi de kaybolmuştu. Kazada ölenlerin ailelerin şikayeti üzerine başlatılan soruşturma sırasında, Bozkurt gemisinin kaptanı Hasan ve Lotus gemisinin kaza sırasındaki görevli süvarisi Desmons tutuklanmıştı. Yargılama başladı 15 Eylül’de sonuçlandı; dikkatsizlik ve tedbirsizlik ölüme neden olmaktan Hasan 4 ay hapis ve Desmons da 80 gün hapis ve 22 lira para cezasına çarptırıldı.

Fransa, kendi vatandaşını Türk mahkemesinin yargılamasına şiddetle karşı çıkmış ve hemen serbest bırakılmasını istemişti. Türkiye, Fransa’nın verdiği notayı reddederek; Türk adliyesinin bu davaya bakmaya hakkı olduğunu ve bağımsız mahkemenin aldığı kararın değiştirilmesinin mümkün olmadığını ileri sürdü. Daha sonra, her iki ülke arasında anlaşarak, konuyu Lahey Uluslararası Adalet Divanı’na götürmeye karar verdi.(1927)

Bozkurt-Lotus Davasının uluslararası bir nitelik kazanması sonucunda, Türkiye’yi dönemin Adliye Vekili ve Hukuk Devrimi’nin Mimarı Mahmut Esat savunmak istedi. Lahey’de Türkiye’yi başarılı bir şekilde savunan ve Adalet Divanı’na Türk tezini kabul ettiren Mahmut Esat’ın bu davayı kazanmasıyla birlikte, devletler arası hukuk alanında Türkiye’nin Batı devletleri ile eşit düzeyde olduğu eylemsel olarak ispatlanmış oldu. Mahmut Esat’ın bu başarısı nedeniyle Atatürk, Ona “Bozkurt” soyadını verdi.

DİRİK

İran Şahı Rıza Pehlevi Atatürk’ün Misafiri olarak Türkiye’yi Ziyarete gelmişti. Ege gezisi sırasında tanıştığı İzmir Valisi Kazım Paşa'yı dinç ve hareketli görünce konuştuğu Azeri Türkçe’siyle “Maşallah Sen Dirik Paşa” demişti. “Dirik” yani ‘Canlı’sözcüğü Atatürk’ün çok hoşuna gitti ve 10 Aralık 1934 tarihinde Dirik soyadını verdi…

TANRIKUT METE, GÜRARI, ERGÜVEN

Atatürk yanında bulunan ve “Onlar benim çocuklarım” dediği hizmetlilerine çok güvenirdi…

Selanikli olan iki berberinden Mehmet’e “Tanrıkut Mete”, Rıdvan’a da “Gürarı” soyadlarını vermişti. Sofracıbaşı İbrahim Bey çok güvenilir bir kişi olduğundan soyadı Atatürk tarafından “Ergüven” olarak belirlendi.

GÜRER


19 Mayıs 1919 da kendisiyle beraber piyade yüzbaşı rütbesiyle ve yaveri olarak Samsun’a çıkan Cevat Bey’e “Gürer” soyadını verdi

Atatürk yakın arkadaşı Ali Fethi çok sever ve sayardı. Kendisine OK: Akıl, zekâ; YAR: dost, arkadaş, kök anlamına gelen kelimelerden oluşan “Okyar” soyadını layık gördü…

Atatürk'ün Ali Fethi Okyar'a dostluğunu ifade etmek için verdiği soyad ve adının anlamını açıklaması

Doktoru İbrahim Tali Bey idi. Hastalıklarında kendisine güvenirdi. “Öngören” soyadını verdi. İbrahim Tali beyin önden gelirliği ve önden yürürlüğünü taktir etmişti…

Başbakan Recep Bey prensip sahibiydi. Bildiği konularda asla ödün vermeye kişiliğiyle tanınıyordu. Dik başlı fakat yürekli, halkın dört dörtlük dediği türden biriydi. O nedenle kendisine “Pek-er” iyi adam anlamını taşıyan Peker soyadını verdi.

SAYDAM

Dr. Refik Bey yaptıklarını söylememek fakat söyledikleri yapmak tevazu ve azmine sahipti. Atatürk şeffaflık anlamına gelen soyadını Dr. Refik Bey’e verirken mutluydu ve şöyle demişti:

“Ben Ona niçin Saydam dedim, O içi dışı bir, tertemiz bir insan pırlantasıdır da ondan…”

İŞER/ERİŞ

Atatürk İş Bankası Genel Müdürü Muammer Bey’e işinin eri bir insan olduğundan ona “İşer” soyadını vermişti. Sonradan yanlış anlamlara çekilen bu ad “Eriş” olarak değiştirilmişti…

SALİH ŞİRRET

Atatürk, Trakya’dan köylerden gelen bir şikayet üzerine 23 Aralık 1930 günü Kemalköy (Doğanca)’e gitmişti. Köy halkı, Atatürk’ün yakından tanıdığı çeltikçi Karabekir’in, çeltik ekerken sığır yolunu çeltik alanı içine soktuğu, hayvanların bu meradan istifade edemediğini ve sıtma hastalığından yakınıyorlardı.

Çeltikçi Karabekir ise kendisinin Edirne ve yöresinde çeltik ziraatını başlatmak suretiyle yeni iş alanı açtığını ve işsiz köylüye iş temin ettiğini pirinç ziraatının memleket ekonomisine olan katkısından örnekler vererek anlatırken, köylülerden Salih isminde bir ikide bir lafa karışırmış, adamın lafa karışmasına kızan Gazi köylüye sert bir şekilde hitap etmişti:

“Sus bire Şirret adam”

Köylü Salih’in ismi Şirret Salih olmuş ve soyadı kanunu çıkınca soyadını Salih Şirret olarak almıştı. Salih Şirret soyadından söz edildiğinde yıllar boyu, “ Bu soyadını bana Atatürk verdi” diyerek öğündü…

TANRIÖVER

Hamdullah Suphi Bey Romanya’da Büyükelçi iken Türkiye’de 21 Haziran 1934’de Soyadı Kanunu kabul edilmişti. Hamdullah Suphi Bey ve baba tarafından bütün erkek akrabaları eski aile isimleri olan “Kocamemi” yi soyadı olarak almayı düşünmüşlerdi.

Çankaya Köşkü’nde misafirdi. Sohbet sırasında Atatürk kendisine sordu:

- Hangi Soyadını aldın?

- Eski bir aile ismimiz vardır, Kocamemi

Atatürk Memi’nin, Memo ve Memiş gibi Arapçadan geldiğini söyledi ve ekledi;

- Ben sana tam bir Türkçe bir isim vereyim Hamdullah’ın tercümesi “Tanrıöver”dir”

Atatürk bu ismi kendi eliyle kağıda yazdı, kağıdı sofranın üstünde duran geniş bir tasın içine koydu ve "Her ikisini de yadigar olarak sakla” dedi.

ÜSTÜNDAĞ

İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhiddin Beyin oğlunun sünnet düğününe geldiğinde yatağında yatmakta olan çocuğu okşadı ve sordu

- Oğlum adın ne senin?

- Üstün

- Üstün, Üstün nedir?

- Efendim Üstün çok yüksek bir şeydir

- Dağ dağ gibi aslanların dolaştığı bir yerdir.

O çocuksu anlatıştan çok hoşlandı, gülümsedi ve çocuğun sözünü ettiği “Dağ” kelimesine de dikkate alarak, soyadını belirledi. Muhiddin Üstündağ...

ÖZMEN / ARI

Hüseyin Bey uzun yıllar Cumhurbaşkanlığında hizmet eden biriydi. Kendisine Özmen soyadını Atatürk vermişti. Kendisi gibi diğer hizmetlilerin de soyadlarını Ulus Gazetesi'ne vermiş, bunlar orada basılmıştı.

Bir gün yaverlerden biri Hüseyin Beye, “Seni Atatürk çağırıyor” dedi. Vakit kaybetmeden Atatürk’ün huzuruna çıktı. Atatürk, Dil Kurultayı Üyeleri ile oturmuş, yemek yiyor, dilin üzerinde konuşuyorlardı. Hüseyin Bey salona girdiğinde Atatürk’ün kızgın olduğunu fark etti. Kendisini görünce eli ile işaret edip yanına çağırdı. Hüseyin Beyin korkudan dizleri titriyordu

- Sen ne yaptın?” diye bağırınca Hüseyin Beyin yüzü bembeyaz kesildi, kekeleyerek;

- Suçum neymiş Paşam? Ben bir şey yapmadım" diyebildi.

- Ne olacak Abidin Bey’in (Milli Eğitim Bakanı) soyadını almışsın!

Hüseyin Bey güçlükle konuşabildi:

- Aman Paşam emirleriniz üzerine Ulus Gazetesi'nde adlarımız çıktı. Siz verdiniz bana bu soyadını.

Hüseyin Bey terden sırılsıklam olmuştu.

Hemen bir Ulus gazetesi getirin! diye sesini yükseltti.

Ulus gazetesi getirildi, Atatürk hemen inceledi ve Abidin Bey’e dönerek, “Sen haksızsın bu işte, ben vermişim bu soyadını" diye sesini yükseltti.

AYGEN

Atatürk, 9 Şubat 1923 günü Edremit’ydi, eşi doktor olan Mahu Aygen’in evinde eşi Latife Hanım’la birlikte misafir olmuştu…

1936 yılı olmuştu. İstanbul’da Mahu Hanımın kardeşinin üyesi olduğu Ateş-Güneş Kulübüne uğramıştı. Mahu Hanım da tesadüfen oradaydı….

Atatürk salona girdi, gidip Mahu Hanım’ın yanındaki koltuğa oturdu.
Etrafındakilere “Soyadı aldınız mı?” diye sordu. Aynı soruyu Mahu Hanım’a da yöneltti.

- Hayır, Paşam henüz almadım. Aybüke almayı düşünüyorum.

Atatürk kısa bir süre düşündü, “Bunu Aybuka yapalım” dedi.

Peki, emredersiniz, dedi ve hemen ardından “Beni tanıdınız mı?” diye sordu.

Atatürk yüzüne baktı, “Aaa… Çok değişmişsiniz” dedi.

- Evet, Paşam, bende çok değişiklik oldu, 25 kilo verdim ve saçlarım sarıydı, şimdi kestane…

- Tebrik ederim, bu kadar kilo vermek büyük muvaffakiyet…

Sohbet uzun sürmedi, Atatürk düşünceli olarak oradan ayrıldı.

Ertesi gün akşam 8’de Mahu Hanım sinemadan evine döndüğünde evinin kapısı çalındı. Kapıyı çalan Hasan Rıza Soyak’tı; Atatürk’ten haber getirmişti.

- Gazi Hazretleri sofrada sizi yemeğe bekliyorlar, kaç saattir sizi arıyoruz, dün akşam soyadı için bir yanlışlık olmuş, Gazi üzülmüş, hem beraber bir yemek yeriz, hem de yanlışlığı telafi ederiz…

Araba ile Dolmabahçe’ye gidildi. Atatürk deniz tarafında büyük bir salonda uzun bir masa etrafında bazı kişilerle oturuyordu. Mahu Hanım salona girdi, Atatürk sağ tarafındaki boş sandalyeye oturtuldu. Atatürk konuştu:

- Sizi çok bekledik, saat 9 olunca yemeğe oturduk, affedersiniz, dedi.

Mahu HanımIn karşısında Meclis Başkanı Kazım Özalp, yanında Fethi Okyar oturuyordu. Onları ve sofrada oturanları tanıtarak, “Dil Kurumu” dedi ve ekledi:

Dün akşam size soyadı hakkında bir yanlışlık yaptım. Akşam geldim kitaplara baktım, meşgul oldum, uyuyamadım, ben böyle bir hanıma nasıl böyle bir isim verebilirim diye. Hem sizin nefis yemekleriniz gibi olamaz ise de bir yemek yemek, hem de bu yanlışlığı tashih etmek üzere davet etmek istedim

Mahu Hanım sofradaki tek kadındı sıkılmaya ve heyecanlanmaya başlamıştı ki; Atatürk hemen konuyu değiştirdi.

- Şimdi bu isim meselesini sonraya bırakalım, görüyorum ki çok sıkılıyorsunuz, sizi takdim edeyim, dedi

Ve anlatmaya başladı:

- Bundan 13 yıl evvel Anadolu gezisine çıktığım zaman karım Latife Hanım yanımda olduğu halde bütün Anadolu’yu dolaştım. Tek bir kadınla karşılaşmamıştım. Edremit’e geldiğimiz zaman hanımefendi, zannederim eşi bir doktordu, bizi hanımlarla dolu bir cemiyetle karşıladı. Sayelerinde medeni bir gece geçirdik, güzel yemeklerini yedik, fakat hanımefendiyi üzmüşlerdi. Kendileri hazırladıkları halde halk bizi başka bir yerde yatırmak istemişti. Belediye Reisine sordum. “Halk çok galeyana geldi sizi misafir etmek için, kimi Hilali Ahmer’e para bağışlıyor, kimi kapıda 5 kurban keserim diyorlar” dedi. Halbuki bilemiyorlardı ki benim orada hanımları erkeklerle bir arada görmem 5 değil 1000 kurbana bedeldi.

“Üzülmeyin, son sözümü burada söyleyeceğim, oraya uyumak için gideceğim …dedim” dedi. ve Mahu Hanım’a dönerek “Öyle yaptım değil mi hanımefendi?” diye sordu.

Mahu Hanım şaşırdı. Atatürk, “Siz hatırlamıyor musunuz?” dedi. Aldığı yanıt, “Tabii ben hatırlarım Paşam, benim için çok kıymetli bir hatıra ve büyük bir şeref, nasıl unutabilirim” oldu.

Anısını tamalladıktan sonra, “Artık şimdi isim meselesine gelelim” dedi ve önündeki defterlerden bir kağıt kopardı. Bir şeyler yazarken, aynı zamanda anlatmaya başladı:

- Dün akşam sizden ayrıldıktan sonra düşündüm, geldim lügat’e baktım. Aybuka beyaz lale demektir. Biliyorum fakat aynı zamanda kelepçe manasına da geliyormuş. Ben bunu nasıl yaparım dedim. Bir isim bulmaya çalıştım. Hazır dil kurumu da burada iken sizi de davet ettim. Aygen’i buldum. Ama yine bir yanlışlık olmasın istiyorum. Aygen ne demektir diye onlara sordum.

O sırada Kazım Özalp Aygen’in ne demek olduğunu açıklamak isteyince Atatürk kendisine dönerek, “Sen sus, seninle dün akşam konuştuk” dedi ve önündeki kağıda yazarak sözlerini sürdürdü:

“Ay akıl, gen geniş manasına gelir. Tam size göre bir isim” dedi ve kağıdı Manu Hanım’a uzattı.

Manu Hanım yüzündeki tebessüm, yüreğindeki sevimli ve huzurlu onur kuşlarıyla kağıdı çantasına koyarak mutluluktan adeta havalara uçarak evine kondu…

Yazarın Diğer Yazıları