Türk milliyetçiliği, demokrasi ve haklı gurur

Milliyetçiliğin toplumsal zeminini güçlendirerek siyaset üretme potansiyelini bir sosyalleşme sürecine yöneltmesi onun demokrasiyle daha fazla yoğrulması açısından bir katalizör vazifesi görür. Bu bahisten hareketle Erol Güngör de "milliyetçiliğin halka dayanan hareketler" olmasından söz ederken aslında milliyetçilik yaklaşımının millî egemenlik ile halk egemenliği, doğrudan demokrasi ile temsili demokrasi arasında bir köprü kurabileceğini işaret etmektedir. Geriye dönüp bakıldığında Türk milliyetçiliğinin belirli bir dönem olumlu etkileşim içerisinde olduğu muhafazakar kesimlerin onun siyasal izdüşümünden uzaklaştığı görülse de Türk milliyetçiliğinin siyasal zeminde demokrasi (bireysel özgürlükler, sivil siyaset, serbest piyasa vb.) ile yakınlaşması Türkiye'nin geniş kesimlerini bir araya getirebilecek büyük bir potansiyeli ortaya koymaktadır. Nitekim Peter Alter'e göre krizler, toplumsal tehdit ve ayrışmalar yaşandığında modern anlamda milliyetçilik en önemli tutunma ve birleştirme araçlarından birisi haline gelmektedir.

Toplumsal bütünleşme

Türk milliyetçiliğinin bütünleşik duruşunu anlatırken darbe ortamını şekillendiren bazı hususlara da değinmek gerekir. Thomas Hobbes siyaseti bir kağıt oyununa benzetirken "Siyasette oyuncular başka bir koz üzerinde anlaşmamışlarsa, ordu koz haline gelir" diyor. Yani siyaset sahasının rejim üzerinde bir mutabakatı yoksa ve demokrasiye olan inanç gölgeleniyorsa o ülkede ordu, güç ve oligarşinin meydana getirdiği acımasız rekabetin kullanmak istediği bir araç haline dönüşebiliyor. Oysa modern devletin oluşumunu esas aldığımız 16. yüzyıldan itibaren geliştirilmeye devam eden siyasal sistem ve toplum sözleşmesinin orduyu genel sistemin bir parçası olarak kabul etmeye çalıştığı görülür. Bu kapsamda ihtilal, darbe ya da muhtıra... Bu sürecin bir parçası olarak öncelikle rejime yönelik meşruluk inancının derinleşmesi ve toplumun farklı kesimlerinin kutuplaşması gerekiyor. Sonrasında ülkenin rejimi üzerinde konsensüs ölçüsünde bir temel anlaşma olmadığı için dış dinamiklerin hareket alanı genişliyor.

Türk milliyetçileri

Türkiye'nin darbelerle yüzleştiği bu dönemler incelendiğinde Milliyetçi/Ülkücü hareketin iki önemli davranış biçimi dikkat çeker. Birincisi özellikle iç ve dış tehditlere karşı devlete sahip çıkmak ikincisi bu uğurda kendisine yönelen tehditleri püskürtmek ve/veya bertaraf etmek... 27 Mayıs darbesinden itibaren halka dayanmayan (çoğunluğu sol) sivil ve siyasi örgütler ülke içerisinde asayiş ve güvenliği tehdit eden girişimlerini hızlandırmıştır. 12 Mart Muhtırası'nın ardından radikal örgütler yer yer kabuk değiştirerek illegal eylemlerini artırmış ve 1971'de çıkarılan "af" ile yeni bir kazanım elde etmişlerdir. Ülkücüler ise zihinsel ve yapısal olarak bütünleşirken MHP, 1977 seçimlerinde oylarını %67 oranında artırmıştır. Türkeş gelen tehlikenin farkındadır. "Askeri yönetim yanlısı" iddialarına aldırmadan sıkıyönetim ilan edilmesini ve gelişmelerin parlamento çatısı altına alınmasını önermektedir. Bu öneri Ecevit tarafından uygulamaya geçirilmiş ancak geç kalınmıştır.

Devletin yanında

Hiç şüphesiz 12 Eylül, Türkeş ve ülkücü harekete büyük bir tuzak kurmuş ve en ağır tahribatı bu kesim üzerinde yapmıştır. Devleti ve rejimi korumaya çalışan ülkücüler asılsız iddialar ve suçlamalarla zindanlara atılmış, işkence görmüştür. Buna rağmen ülkücüler devletine küsmemiş, sahip çıkmıştır. Türkiye'nin olağanüstü koşullarında ve devletin dirliğine, milletin birliğine yönelik tüm tehditlerde Türk milliyetçiliği aynı sorumluluğu yüklenmiş ve benzer bir davranış biçimi sergilemiştir. MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin 15 Temmuz kalkışma gecesi ve ardından ortaya koyduğu yaklaşım da bu tarihsel sürecin bir yansıması olarak kabul edilmelidir.

Yazarın Diğer Yazıları