Eskimocu çocuk neyi özlüyor?..

Ay ışığındaki firari sevdaları ve kalplere vuran türküleri dinlediğimde, aklıma hep Urfa gelir...

Ceylanların ninni söylediği dağlar, fesleğen kokusunda çiğköfte ve deniz hırçınlığında, uçsuz bucaksız feryatlar savuran gazeller...

"Şimdi Urfa'da olmak varmış" derim de, ya bizi gün ortasında cehennemi bir ateşe mahkum eden sıcaklar?..

Nasıl kaçacağız, her kuytu köşede bile ateşiyle bizi adeta hapseden o sarı sıcaklardan?..

İşte yaygın bir tehlikenin de; her yaz olduğu gibi harabe köşelerinde pusuya yattığı şu çok sıcak günlerde, ellerinde kebap şişleri ve el fenerleriyle, akrep avcısı çocuklar yine geceyi beklemektedir...

O simsiyah mahlukatlar, gecenin sessizliği ve serinliğinde dışarı çıksın da avlasınlar diye!..

Urfa'nın Kötüler Mahallesi'ndeki çocuklar çok eskilerden bu yana akrepleri avlar, panzehir için Hıfzıssıhha'ya pazarlayan tüccarlara satarlardı... Okul harçlığı uğruna!..

Ne ilginç coğrafyadır Urfa?.. Ekmek uğruna atlarla kaçakçılık yapan babalar; mayın ve sıcak ikileminde jandarma pususuna düşerken, evlatları gecenin serinliğine sığınmış akreplere tuzaklar kurardı!..

Ekmeğini mayından, harçlığını zehirden çıkartan insanların garip ve çelişkili mahallesiydi Kötüler!..

Köz olmuş yürekler!..

Ne ilginç; "şimdi oraları daha sıcak" diye yazmışken, yalnızca cehennemi sıcaklardan kaçarak kör karanlıkların rutubetine sığınan akreplerin ateşe düşüren zehrini kastetmedim...

Karanlık sarnıçların, eskimiş soğuk sularına mahkum olduğumuz günlerde, çocukluğumuzun köz olmuş yüreklerini sızlatan ve ne tuhaftır ki, ayna zamanda serinleten anılara da gittim...

Urfa'da, eski çağ mağaralarının üzerine kurulmuş Kötüler Mahallesi'nin gecekondularından ya da kaçakçı zenginlerinin çardaklarından uzaklara baktığımızda; uçsuz bucaksız, kıpkırmızı topraklar görürdük...

İki yapı çok dikkat çekerdi o toprakların tam ortasında... Önde Hz. Eyyüb'ün sabır mağarasının yanındaki şifalı su kuyusunun üzerinde, kendir ve kovaların bağlandığı upuzun eski taş sütunlar...

Ve arkada, çoğu kaçakçı olan mahkumların düz ovada özgürlüğü seyrettiği, cezaevinin kalabalık ama yalnızlığı resmeden kasvetli kocaman binası...

Eminim, Suriye sınırında atlarıyla kaçakçılık yaparken pusuya düşen o mahkumlar, özgürlüğün hapsedildiği koğuşlarda kehribar tespihlerini sallarken tek teselliye sığınırlardı; az ilerideki Eyyüb'ün "sabır" mağarası!..

***

Şark çıbanlı hüzünler!..

Biz çocukken, Hz. Eyyüb'ün mağarası ile cezaevinin çevresindeki o sonsuz terk edilmişlik, oyun alanımız olurdu...

Eski zaman izlerinin ağaçsız kayalıklara nakşolduğu o geniş ovada, yakıcı sıcağın altında kavururduk şark çıbanlı tenlerimizi... Esmerliğimiz ondan yani...

Zamana terk edilmiş bir hüznün, gökyüzünde dolaşan güvercinleri gibi, bulutların içinde ama nerede olduğunu bilmeyen çocuklardık biz; yoksul, garip ve hüzünlü...

Yıllarca önce oralarda oynarken çocukların iki görevi vardı;

Suriye sınırını geçerek, Ahper Dağı'nın eteklerine giden kaçakçı atlarını gözlemek ve koşarak büyüklerimize haber vermek!..

Ve de, mahkum ziyaretine gelen gariplerle, terli atlarıyla Suriye sınırını geçmiş yorgun kaçakçı hamallarına eskimo satmak...

Küçük beyaz arabalar...

"Eskimo" demişken aklınıza Kutuplardaki garipler gelmesin!..

Şimdilerde çubuklara yapışık buz dondurmalar var ya, onların küçük tenekeler içinde üretilen dikdörtgen, ilkel modelleriydi onlar...

Buz doldurulmuş geniş bir metal kasanın içinde korunan, limonlu, kahveli, portakallı, rengarenk eskimolar Kötüler'in geçit vermez sokaklarında, dört tekerlekli minnacık dondurma arabalarında satılırdı...

50 dereceye varan sıcağın altında; güneşin, doğadaki tüm görüntüleri sihirbaz gibi kaybettiği anlarda, biz çocuklar o beyaz küçük arabaları gördüğümüzde terimize isyan ederek koşuverirdik...

İnsan hasretini çektiği bir şeyi isteye görsün; kendi mezarını kazarken bile bırakıp giderdi o sıcaklarda, eskimonun başına!..

O eskimoları yediğimizde; sanki ceylanlar, yüreğimizdeki minik göletin başına su içmeye gelmiş gibi olurdu!.. Böyle coşkulu bir sevinç, böyle küçük bir mutluluk ve böyle bir serinlikti bizimkisi...

O Eskimolar yok artık... Urfa ise halen çok sıcak...

Barışı zehirleyen akrepler!..

Biz çocukken, o bunaltıcı sıcaklarda hem cezaevi önünde bekleyen mahkum yakınlarının tebessüme hasret kalmış dudaklarını, hem Suriye sınırından Arap atlarıyla gelen kaçakçıları, hem de minik yüreklerimizi küçücük eskimolarla serinletmeyi bilirdik...

Dünya kocaman oldu, toplumlardaki barışı zehirleyen akrepler artık her yerde!..

Eskimolar ise çok değişti... İnsanoğlu bedenindeki sıcağı serinletecek bir şeyler buluyor ama, ya şu dünyada devletlerin yüreğindeki öfkeyi kim soğutacak?..

Söyler misiniz; Suriye'ye uzanan topraklarda, küçük beyaz eskimo arabalarının yerine tanklar dolaşıyorken, limonata tadındaki çocukluğumuzu "sabır"la özlemek suç mu?..

Keşke bizi savaşa sürüklemek isteyenler de çocuk kalsaydı!..

Çünkü "akrep" avlayan ancak kavga etmeyen çocuklar "barış"a hiç zarar vermiyorlardı!..

OKURLARA NOT; Ne çelişki değil mi bu eski öyküdeki vurgular; Eskimo ve akrep... Yaşam böyle işte sevgili okurlar... Bu çocukluk anısındaki metefor ve paradoks tam da günümüzde yaşamı kemiren kara akreplerin, insanları yürek rahatlatacak en küçük mutluluğa bile hasret bıraktığı döneme rastladı... "Sosyal-siyasal-ekonomik ve diplomatik" açıdan sinsi akrepler kuşatmış ülkeyi ve biz yüreğimizi nasıl rahatlatacağız acaba?.. Nasıl?..

 

Yazarın Diğer Yazıları