Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 14 Temmuz 2001 tarihinde "kimsesizlerin kimi, sessiz yığınların sesi" olma iddiasıyla siyasi sahneye çıktı. O dönemde Türkiye, Demokratik Sol Parti (DSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Anavatan Partisi'nin (ANAP) oluşturduğu 57. Hükümet tarafından yönetiliyordu. Ülkede derin bir ekonomik kriz yaşanıyordu. Başbakan Bülent Ecevit’in Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e Anayasa kitapçığı fırlatması, Başbakanlık önünde bir esnaf tarafından Ecevit’e yazarkasa atılması, Ecevit’in yaşı, hükümet içi istifalar, IMF politikaları ve Kemal Derviş’in uyguladığı sıkı maliye tedbirleri gibi bir dizi vaka ve gelişme, Cumhuriyet tarihinin en uzun ömürlü koalisyon hükümetinin sonunu hazırlıyordu.
MHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, 15 Temmuz 2002’de yaptığı basın açıklamasıyla erken seçim çağrısında bulunarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni 1 Eylül’de olağanüstü toplantıya davet etti. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde AKP %34,43 oy alarak 365 milletvekili çıkardı ve TBMM’de %66’lık bir temsil gücüne ulaştı.
Bu tarihi zaferde, Recep Tayyip Erdoğan’ın genç, dinamik imajı ve etkili hitabet yeteneğinin yanı sıra, Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısının da önemli bir rolü olduğu açıktır. Kendi elleriyle devlet tecrübesi olmayan bir kadroya bu denli büyük bir temsil hakkını adeta altın tepside teslim edebilmek için ancak Bahçeli gibi bir siyasi deha (!) olmanız gerekmektedir.
Bahçeli’nin bu hamlesi taamüden mi, yoksa öngörü eksikliği mi idi, bilinmez; ancak dar bir kadroyla iktidara gelen AKP, devletin ve bürokrasinin kilit noktalarına o dönemde ittifak yaptığı Fetullahçı yapılanmayı yerleştirdi. Kuruluşundan itibaren en etkili dönemini AKP iktidarları sırasında yaşadığını bizzat parti mensuplarının da kabul ettiği FETÖ, 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulunacak kadar güç kazandı.
Bu bağlamda, 15 Temmuz sonrası şekillendiği düşünülen AKP-MHP ittifakını çok daha önceye dayandırmak ve bir neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirmek, yaşananları anlamak açısından büyük önem taşımaktadır.
*****
Türkiye, son yıllarda derin bir ekonomik krizle boğuşuyor. Toplumun her kesimi — işçi, emekli, memur, özel sektör çalışanı, çiftçi, esnaf ve sanayici — adeta hayatta kalma mücadelesi veriyor. Buna ek olarak, Suriyeli ve Afgan mülteci meselesi, kadına yönelik şiddet, tarım ve kırsal üretim sorunları, işsizlik, afet ve deprem yönetimindeki zafiyetler gibi çok sayıda temel problem halkı kuşatmış durumda.
Bunca soruna rağmen AKP, son seçim kampanyasında propagandasını ağırlıklı olarak PKK ve onun siyasi uzantısı olarak tanımladığı DEM Parti (eski HDP) ile mücadele söylemi üzerine kurdu. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), İYİ Parti ve altılı masa bileşenleri, terör örgütüyle işbirliği yapmakla suçlandı. Muhalefetin seçimi kazanmaları durumunda terör elebaşısı, bebek katili Abdullah Öcalan’ın serbest kalacağı gibi spekülatif iddialar kamuoyuna sunuldu.
Seçim döneminde muhalefet liderlerinin gönderdiği çelenkler şehit cenazelerinde parçalandı, muhalif adaylar sistemli biçimde PKK ile ilişkilendirildi. Halk yoksulluk içindeydi, ancak "terörle etkin mücadele eden bir hükümet" algısı yaratıldı. Neticede, “mevzu bahis vatansa gerisi teferruattır” duygusu istismar edilerek seçim Cumhur İttifakı lehine sonuçlandı.
Seçimlerin hemen ardından, bazı muhalefet belediyelerine “kent uzlaşısı” gerekçesiyle kayyumlar atandı; belediye başkanları ve yöneticileri görevden alındı ya da tutuklandı. Ancak kamuoyunun asıl dikkatini çeken gelişme, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihli açıklamaları oldu. Bahçeli, hain Abdullah Öcalan’a “umut hakkı” tanınması gerektiğini ifade etti ve Apo’yu DEM Parti meclis kürsüsünden konuşmaya davet etti.
Bu noktada, uzun yıllardır sadece güvenlikçi söylemler üzerinden siyaset yapan bir partinin, 50.000 vatandaşın ölümünden sorumlu tutulan bir isim için “umut hakkı” çağrısı yapması, üstelik bunun alkışlanması, kamuoyunda büyük tepki doğurdu.
Düne kadar çözüm sürecine karşı çıkan, “AKP demek Sevr demek” ifadeleriyle iktidarı eleştiren Bahçeli’nin bugün AKP ve DEM ile anayasa değişikliği üzerinden ortak bir zeminde buluşmaya çalışması, ciddi bir tutarsızlık olarak kayda geçmiştir. Adı “Terörsüz Türkiye” olan bu yeni sürecin, aslında “terör ve terörist tezlerinin meşrulaşacağı” bir sürece dönüşme ihtimali toplumsal hafızada derin endişelere yol açmaktadır.
Artık PKK, DEM ve terör elebaşısı Abdullah Öcalan gibi figürler siyasetin tam merkezinde, Cumhur İttifakı'nın ortakları arasında tartışılmaktadır. Seçim öncesinde terör karşıtlığı ile oy toplayıp, seçim sonrasında bu yapılarla anayasa değişikliği gibi hayati meselelerde iş birliği arayışına girmek; ne konjonktürle, ne jeopolitikle, ne de “devlet aklı” ile izah edilebilir.
Milletin bu çelişkileri, takiyeyi ve politik riyakârlığı unuttuğunu ya da unutacağını mı sanıyorsunuz? Alternatifsiz olduğunu mu düşünüyorsunuz? Milletsiz millîyetçilik olur mu? Ülküsüz ülkücülük yaşayabilir mi? Duruş, ilkesiz olabilir mi? Doğru ile yalan birlikte durabilir mi?
Hayır!
Millet alternatifsiz değildir. Elbette içine sürüklendiği bu emperyalist cendereden çıkacaktır.
Tarih, Türk milletini hep ateşle imtihan etmiştir. Ve bu büyük millet, her türlü melanete rağmen, daima galip gelmesini bilmiştir.
Bunu böyle bilesiniz.