Türkiye’de şehircilik anlayışı, ne yazık ki modern planlama ilkelerinden, doğayla barışık mimariden ve toplumsal faydadan çok uzakta seyrediyor. Yerel yönetimlerin büyük bir kısmı, şehirleri yaşanabilir kılmak yerine rantın merkezi haline getiriyor. Belediyeler, kamu kaynaklarını doğru yönetmek bir yana, uzun yıllardır siyasetin finansman aracı, hatta zaman zaman kişisel zenginleşme alanı olarak işlev görüyor.
Bugüne kadar birçok belediyede yaşanan yolsuzluk skandalları, bu sistemin ne kadar çürümüş olduğunu gözler önüne seriyor. Ankara’da Gökçek döneminde yapılan fuzuli projeler, İstanbul’da İBB üzerinden dağıtılan ballı ihaleler, Bursa’da imar rantına kurban giden yeşil alanlar… Say say bitmiyor. Bunların ortak noktası, şehir planlamasının değil, siyasi çıkarların merkezde olması.
Bu anlayışın en çarpıcı örneği ise hiç şüphesiz Kanal İstanbul projesidir. Bilim insanlarının büyük kısmının açıkça karşı çıktığı, ekolojik dengeyi alt üst edeceği, İstanbul’un su kaynaklarını tüketeceği ve yeni bir nüfus yoğunluğu yaratacağı defalarca ifade edildi. Ancak bu projeyi savunanlar için tek kriter rant. Yeni konutlar, yeni AVM’ler, yeni ihaleler...
Oysa İstanbul zaten taşıma kapasitesinin çok üzerinde bir yük altındadır. Resmi olmayan rakamlara göre nüfusu 20 milyonu aşmış durumda. Altyapısı bu yükü kaldıramıyor. Ulaşım, sağlık, eğitim, barınma gibi temel hizmetler her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ve en önemlisi: İstanbul, büyük bir deprem tehdidiyle karşı karşıya.
Marmara Bölgesi, Türkiye ekonomisinin yaklaşık %60’ını barındırıyor. İstanbul bu yükün en büyük taşıyıcısı. Bankalar, holding merkezleri, limanlar, lojistik üsler, sanayi tesisleri… Hepsi bu dar alana yığılmış durumda. Ve bu alan, aktif fay hatlarının tam üstünde.
Olası bir büyük İstanbul depremi sadece can kaybı değil; ekonomik çöküş, asayiş sorunları, yağma, kitlesel göç, salgın hastalıklar ve devlet otoritesinin sarsılması gibi zincirleme krizlere neden olabilir. Bu açıdan bakıldığında İstanbul’un mevcut durumu yalnızca bir şehircilik meselesi değil, doğrudan milli güvenlik tehdididir.
Peki ne yapmalı?
İstanbul’u daha da büyütmek, bu sorunları daha da derinleştirir. Oysa çözüm, yeni projeleri İstanbul’a yığmak değil, Türkiye’yi dengelemekten geçiyor. Neden Yozgat, Kırşehir, Van gibi şehirler cazibe merkezi olmasın? Devlet eliyle bu illerde teknoloji merkezleri, üniversiteler, organize sanayi bölgeleri ve kültür-sanat projeleri geliştirilebilir.
Hükümet ve yerel yönetimler, göçü yönlendirecek ve şehirlerin dengeli büyümesini sağlayacak uzun vadeli bir şehircilik politikası oluşturmak zorundadır. Aksi takdirde birkaç büyükşehir çökerken, Anadolu şehirleri kırsal boşluklara dönüşecek.
Belediyeler, sadece çöp toplayan ya da yol yapan kurumlar değil; geleceği planlayan, toplumsal eşitsizlikleri azaltan, doğayla uyumlu yaşam alanları inşa eden birer kamu gücü olmalıdır. Ancak Türkiye’de belediyeler büyük oranda siyasi partilerin arka bahçesi haline gelmiştir. Belediyeler, teknik personelden çok siyasi kadrolarla doldurulmakta, liyakatten uzak atamalar yapılmakta ve kamu kaynakları hizmet üretmek yerine siyasi çıkarların finansmanında kullanılmaktadır. Belediyeyi kazanan parti, o şehri adeta kendi mülkü gibi görüp, her kararı; merkezi yönetimden veya parti genel merkezinden gelen talimatlarla alır hale gelmiştir.
Şehircilik, partiler üstü bir mesele olmalı. Belediyelerde şeffaflık, hesap verebilirlik ve kamusal denetim sağlanmalı. Aksi halde şehirlerimiz depreme, ekonomik krizlere ve sosyal çöküşe açık hale gelmeye devam edecek.
Elbette, Devlet Planlama Teşkilatı gibi uzun vadeli stratejik planlama yapan kurumların tasfiye edildiği, tüm karar mekanizmalarının tek bir merkezde toplandığı "saray rejimi" koşullarında bu tür beklentiler sadece bir temenni, hatta bir hayal gibi görünebilir. Çünkü bugünkü sistemde şehircilik politikaları, bilimsel veriler ya da kamusal ihtiyaçlar doğrultusunda değil; tek kişinin iradesi ve günübirlik siyasi öncelikler doğrultusunda şekilleniyor.
Ancak Türkiye yeniden parlamenter sisteme döner, devletin kurumsal yapısı uzman kadrolarla güçlendirilir ve hazırlanan yol haritalarına dayalı stratejik planlar uygulanırsa, şehirlerimiz de yaşanabilir alanlara dönüşebilir. Bunun için sadece yasa değişiklikleri değil, aynı zamanda zihniyet dönüşümü de şarttır. Kişisel ya da kolektif çıkar odaklarını değil; devleti, milleti ve kamu yararını önceleyen bir yönetim anlayışı tesis edilmeden bu sorunların köklü çözümü mümkün değildir.
Bugün geldiğimiz noktada şehircilik yalnızca bir teknik mesele değil; bir adalet, bir ahlak ve bir gelecek vizyonu meselesidir. Ranta dayalı yönetim anlayışıyla şekillenen kentlerimiz; sadece doğaya, tarihe ve estetiğe değil, aynı zamanda insan hayatına da ihanet ediyor. İstanbul gibi bir mega kenti her geçen gün daha da şişirerek değil, dengeleyerek, desantralize ederek ve Anadolu’yu cazibe merkezlerine dönüştürerek bir çıkış yolu bulunabilir. Aksi halde olası bir büyük felakette kaybedeceğimiz yalnızca binalar değil; ekonomimiz, kamu düzenimiz, toplumsal barışımız ve hatta devletimizin kurumsal direnci olacaktır. Artık ya bilimin, aklın ve kamusal yararın izinden giderek şehirleri yeniden inşa edeceğiz ya da her gün bir adım daha yaklaşan enkazın altında hep birlikte kalacağız.