(Uluslararası manşetlerin tek taraflı fısıltısından, iç siyasetin kırılgan güncesine; sonra Cumhuriyetçi, laik, bilimsel yürüyüşün neden ayakta kalabileceğine dair hem uyarı hem umut yazısı.)
1) Dış fısıltılar: “Böl ve yönet” tezleri, kimi medya anlatıları ve jeopolitik okumalar
Son yıllarda bazı uluslararası analiz ve medya yorumlarında Türkiye’yle ilgili tek bir tekrar eden tema var: “Büyük güçler bölgeyi istikrarsızlaştırarak etki alanı kurar.” Bu anlatıda ABD, İngiltere ve İsrail gibi aktörler —kısmen stratejik çıkarlar, kısmen bölgesel denge hesapları— Türkiye’deki iç gerilimleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyebilirler diye yazılıyor. Gerçekte bu tür iddiaların bir kısmı spekülasyon ve komplo teorisi sınırında dolaşırken; bir kısmı da soğuk savaş döneminden kalma jeopolitik reflekslerin modern tezahürleri olarak okunuyor. Bu anlatılar, bölgesel çatışma ve güç boşluklarının dış aktörler tarafından nasıl istismar edilebileceğine dair tarihsel bir endişeyi yeniden canlandırıyor.
Ancak burada iki şeyi ayırt etmek gerekiyor: “Dış aktörlerin çıkarlarının olması” ile “bu aktörlerin doğrudan Türkiye’yi parçalamak istediğine dair kesin delil” arasında fark vardır. Medyada ve sosyal platformlarda dolaşan “bölünecek” senaryoları besleyen retorik, jeopolitik endişeleri dramatize eder; ama sağlam, doğrulanmış kanıtlar olmadan bu tür iddiaları kesin gerçek gibi aktarmak risklidir. Bu yüzden dış söylemin bir parçası olan “gerilim yaratma” iddialarını not ederken, tartışmayı yerel gerçeklik ve kurumlar çerçevesinde değerlendirmek elzemdir.
2) İç siyaset: Otoriterleşme kaygıları ve sağanak hukukî hamleler
Son 8–10 yılda Türkiye’nin siyasetinde gözlemlenen değişimler; yürütme–yargı ilişkileri, muhalefete yönelik dava ve operasyonlar ile sokak protestolarının sertleşmesi bağlamında uluslararası gözlemcilerin dikkatini çekti. 2025’te muhalefet liderlerine ve ana muhalefet partisine yönelik hukuki süreçler, pek çok kuruluş tarafından Türkiye demokrasisinin rekabetçi alanını daraltan işaretler olarak yorumlandı. Bu tür gelişmeler, “seçkinin tekleştirilmesi” ve kurumların bağımsızlığının erozyona uğraması kaygılarını güçlendiriyor.
Buradan çıkan siyasi risk üçlüdür: (1) İç siyasetin kutuplaşması kamusal güveni zedeler, (2) kurumların siyasallaşması hukukun öngörülebilirliğini azaltır, (3) ekonomik ve dış politika maliyetleri artar —tümü beraber ülkenin kırılganlığını yükseltir. Bu da uluslararası aktörlerin “fırsat” tanımını yeniden şekillendirebilir; ama unutulmamalı: “tehdit algısı” hangi aktör tarafından dillendirilirse dillendirilsin, nihai kararlar ve meşruiyet iç siyasetin dinamikleriyle belirlenir.
3) “Atatürk’ün tapusu” — Cumhuriyetçi, laik, bilimsel mirasın direnci
Peki bütün bu sarsıntılara rağmen Cumhuriyetçi, laik ve bilimsel zihniyet nasıl korunabilir? Bunun kısa reçetesi yok; ama üç temel damar belirleyici: eğitim, hukuk ve sivil toplum. Türkiye’nin modernleşme sürecinin taşıyıcısı olan Cumhuriyet değerleri, sadece anayasal ifadeler değil; okullarda, üniversitelerde, meslek odalarında, kültürel bellekte ve şehir hayatında hayat bulur. Bu kurumlar zayıfladığında sistem kırılganlaşır; ama güçlü bir sivil toplum, bağımsız medya kalıntıları ve bilim çevreleri, toplumun kolektif hafızasını ve eleştirel düşüncesini ayakta tutar. Bu yüzden laik, bilimsel eğitim ve hukukun üstünlüğü için verilen mücadele salt akademik değildir —aynı zamanda bir kimlik ve geleceğin yatırımıdır.
4) Ne yapılmalı? (Kısa politika önerileri — köşe notu)
Hukukun öngörülebilirliğini artıracak şeffaf reformlar; yargı bağımsızlığına dönük somut adımlar.
Eğitimde bilimsel düşünce ve tarihsel bilinç üzerine yatırımlar: Genç kuşaklar Cumhuriyet mirasını ancak anladıkça sürdürür.
Siyasal çoğulculuğu yeniden canlandırmak için yerel demokrasi pratiklerine ve bağımsız kurumlara destek.
Dış politikada denge siyaseti: hem bölgesel aktörlerle pragmatik ilişki hem de demokratik ortaklarla ilkesel bağların korunması.
5) Son söz — metaforla kapayım, gazeteci diliyle:
“Gelive gidive Angara altı saat”, siyasi dalgalar gelip gider, saatler ve yıllar yarışır. Ancak tapu milletinse, tapuyu koruyacak şey yalnızca bir saray değil; yüzlerce okul, binlerce sınıf, on binlerce arkadaş, öğretmen ve yürekli yurttaştır. Hukuk, bilim ve laik eğitim bir güncellenmiş savunma hattıdır; korunduğu sürece dış seslerin uğultusu, iç demokrasi inşasının önüne geçemez.
Son olarak—kaygılar gerçek, senaryolar elbette tartışılmalı; ama panik yerine plan, suçlama yerine kurum güçlendirme gerekir. Cumhuriyetin mirası bir mülk değil, ortak geleceğin işi: ona sahip çıkmak yalnız devletin değil, herkesin sorumluluğudur.