Yu Hua’nın romanını elinize aldığınızda, belki ilk anda “ölüm” teması sizi biraz duraksatabilir. Ama yazarın niyeti karamsarlık yaratmak değil. Yedinci Gün’de ölü bir anlatıcıyı seçmesi, aslında hayata uzaktan bakabilmemiz için kurulmuş bir mesafe. Bu mesafede, kendi yaşamının ayrıntılarımızı fark ederken, gündelik hayatta göremediğimiz şeyleri görmeye başlıyoruz.
Anlatıcı Yang Fei, öldükten sonra kendini tuhaf bir bekleyiş içinde bulur. Ölüm dünyası, çoğu romanda olduğu gibi fantastik ya da gösterişli değildir; aksine hayat kadar sade, hatta biraz da hüzünlüdür. Bu sade atmosfer Yu Hua’nın en güçlü tarafını ortaya çıkarır: Aşırı dramatik olanı bile sükûnetle anlatmak.
Roman ilerledikçe anlıyoruz ki yazarın derdi ölüm değil; hayatın görmezden geldikleri. Yoksulluk, aile bağları, toplumsal eşitsizlik, devlet kontrolü, bireyin yalnızlığı… Yu Hua bunların hepsini ölümün sessizliğinden izletiyor.
TOPLUMUN KIRILGAN AYNASI
Yu Hua’nın daha önceki eserlerinde olduğu gibi, Yedinci Gün de ülkesinin yakın dönemine tutulmuş bir ayna. Ancak bu aynaya bakarken Çin hakkında bir şey bilmemiz gerekmiyor. Çünkü yazarın anlattığı yaraların çoğu evrensel…
Bir babanın çocuğuna yetişememesi, toplumsal adaletsizliklerin sıradan insanların üzerine yığılması, ekonomik büyümenin geride bıraktıkları, sistem içinde görünmez hâle gelen hayatlar…
Yu Hua politik bir dille yazmıyor ama anlattığı her ayrıntı politik bir arka plan taşıyor. Okur olarak bunu hissediyoruz ama metnin ağırlığı altında da ezilmiyoruz. Çünkü yazar yargılayan bir metin değil, tanıklık eden bir metin kurmuş bizim için.

KARA MİZAHIN İÇİNDEKİ ACI
Romanın en etkileyici yanlarından biri, Yu Hua’nın kara mizahı kullanma biçimi. Ölümden sonra dolaşan anlatıcının karşılaştığı durumlar kimi zaman trajik, kimi zaman absürt, kimi zaman da iki duygunun arasında bir yerde duruyor. Bu ton, romanı hem ağırlaştırmıyor hem de hafife almıyor.
Sık sık şöyle bir hisse kapılıyoruz okurken: “Gülmeyli miyim, yoksa üzülmeli miyim?”
Acının ağırlığı geçiyor, fakat onunla yüzleşmek kolaylaşıyor. Özellikle kayıplar üzerine kurulu bölümlerde, yazarın duyguyu sakince taşıması metne derinlik kazandırıyor.
YEDİ GÜNLÜK BİR YOLCULUK: KENDİNE BAKMANIN YEDİ HÂLİ
Romanın yapısı da oldukça etkileyici. Ölüm sonrası yedi günün her biri, anlatıcının hayatının bir katmanını açıyor. Bu günler, dini bir sistemden çok, insanın geçmişiyle yüzleşme ritüeli gibi.
Aile, çocukluk, aşk, yoksulluk, arkadaşlık, toplumsal baskılar ve nihayet kabul… Yu Hua her güne başka bir insanlık hâli yerleştiriyor.
Bu yapının en güzel yanı şu: Roman bittiğinde o yedi güne değil, kendi hayatımızın yedi ayrı dönemine dönmüş gibi hissediyoruz. Sanki anlatıcıyla birlikte kendi geçmişimize de yukarıdan bakmış oluyoruz.
SESSİZ BİR SORGULAMA, YUMUŞAK BİR HATIRLATMA
Yedinci Gün öyle bir roman ki, büyük iddialarla konuşmuyor ama zihinde uzun süre kalıyor. Yu Hua’nın dili sakin, ama o sakinliğin içinde sert bir dürüstlük var. Ölüm üzerinden yaşamı sorgulamak tehlikeli bir tercihtir; yazar bunu ajitasyona düşmeden yapmayı başarıyor.
Roman, yüksek sesle bir mesaj vermiyor. Bunun yerine usulca şunu hissettiriyor:
‘Hayatı yaşarken kaçırdığımız şeyler, çoğu zaman en sıradan olanlar.’
Ve bu nedenle kitap, trajediyi bir ağırlık olarak taşımayıp daha çok bir farkındalığa dönüştürüyor.