Orta Asya'nın çorak bozkırlarında bir zamanlar parlayan bir yıldız vardı: Özbek Hanlığı. Adını duyanların aklına sadece bir avuç göçebe geldiğini biliyoruz; ancak bu yanılgı, tarih kitaplarının derinliklerine indikçe paramparça oluyor. Özbek Hanlığı, basit bir siyasi oluşumdan çok daha fazlasıydı; o, İpek Yolu'nun kalbinde atayan, ilmin, sanatın ve ticaretin altın çağını yaşamış kadim bir medeniyetin ta kendisiydi!
15. yüzyılın başlarında, Cengiz Han'ın torunları arasında patlak veren siyasi çalkantılar, yeni bir gücün doğuşuna zemin hazırladı. Şeybaniler olarak bilinen bir Türk-Moğol boyu, hızla yükselerek bugünkü Özbekistan topraklarında güçlü bir hanlık kurdu. Peki, Özbek Hanlığı neydi? Sadece toprak fetheden bir ordu mu? Asla! Buhara, Semerkant ve Hive gibi şehirler, hanlık döneminde adeta birer bilgi ve sanat mabedine dönüştü. Dünyanın dört bir yanından bilginler, şairler ve zanaatkarlar buraya akın etti. Medreselerden yükselen ilim sesleri, pazarlardan yayılan baharat kokularıyla karışıyor, her köşede bir hikaye fısıldanıyordu.
Ancak her parıltılı yükselişin bir düşüşü de vardır. İç çekişmeler, dış tehditler ve değişen ticaret yolları, bir zamanların bu muhteşem hanlığını zayıflattı. 18. yüzyıla gelindiğinde, Özbek Hanlığı yerini daha küçük beyliklere ve nihayetinde Rus İmparatorluğu'nun egemenliğine bıraktı. Bugün, Özbekistan'ın tarihi şehirlerinde gezerken, o ihtişamlı günlerin izlerini hala görebilirsiniz. Uluğ Bey'in rasathanesinin kalıntıları, Tilla-Kari Medresesi'nin altın işlemeleri ve Registan Meydanı'nın büyüleyici çinileri, Özbek Hanlığı'nın ne denli büyük bir medeniyet olduğunu haykırıyor. Bu sadece bir hanlık değil, yüzyıllar öncesinden bize el sallayan, keşfedilmeyi bekleyen bir tarih hazinesi!