Ekonomiler tıpkı canlı bir organizma gibidir; nefes alır, büyür, küçülür ve zaman zaman kronik rahatsızlıklarla karşı karşıya kalır. Türkiye ekonomisi de son yıllarda ciddi yapısal sorunlarla boğuşuyor. Günlük dalgalanmaların, döviz kurlarındaki oynaklığın ve faiz tartışmalarının ötesinde; ülkenin büyüme modelinden sanayinin niteliğine, istihdamın kalitesinden eğitim sistemine kadar pek çok derin ve köklü mesele var. Bu makalede, Türkiye’nin ekonomik yapı problemlerini daha yakından inceleyip, mevcut tabloya biraz daha geniş bir pencereden bakmaya çalışacağız.
İHRACATIN NİTELİĞİ VE TEKNOLOJİ AÇMAZI
Türkiye ekonomisi, uzun yıllardır ihracata dayalı büyüme modelini benimsemiş durumda. Ancak ihracat gelirlerinin artmasına rağmen, katma değerli üretim oranı bir türlü istenilen düzeye ulaşamıyor. Bugün Türkiye’nin ihracatında yüksek teknoloji ürünlerinin payı hâlâ %3-4 bandında seyrediyor. Bu oran, Güney Kore gibi kalkınma sürecinde benzer noktalardan geçmiş ülkelerde %25-30 civarında.
Bu durum, dış ticarette “orta gelir tuzağı” olarak da bilinen yapısal bir handikabı beraberinde getiriyor. Yüksek teknoloji üretmeyen bir ekonominin, küresel rekabette fiyat dışında çok fazla avantajı kalmıyor. Bu da kur şokları, ithalat bağımlılığı ve dış borçlanma döngüsünü körüklüyor. Üstelik ihracat yapılan pazarların çeşitliliği artsa bile, ihraç edilen malların niteliği değişmediği sürece toplam gelirde sıçrama yaratmak zorlaşıyor.
TASARRUF EKSİKLİĞİ VE YÜKSEK DIŞ BORÇ
Türkiye’nin en kronik yapısal sorunlarından biri de düşük tasarruf oranı. OECD ortalamasının oldukça altında seyreden bu oran, yatırımların büyük ölçüde dış finansmanla yapılmasını zorunlu kılıyor. Sonuç: Kırılgan bir ekonomi ve yüksek dış borç stoku.
Son yıllarda dış borçlanmanın kompozisyonunda da önemli değişiklikler yaşandı. Özel sektör, özellikle kısa vadeli borçlanmaya daha fazla yönelirken; kamunun borçlanma ihtiyacı da arttı. Bu durum, döviz kurundaki her dalgalanmayı makroekonomik bir riske dönüştürüyor. Üstelik bu kırılganlık, jeopolitik gelişmeler veya küresel faiz artışları gibi Türkiye’nin kontrolü dışındaki etkenlerden de kolayca etkilenebiliyor.
SANAYİSİZLEŞME VE İNŞAATA DAYALI BÜYÜME
2000’li yılların başında ihracat ve üretim odaklı bir büyüme modeli ön plandayken; sonraki yıllarda ağırlığın giderek inşaat ve gayrimenkul sektörüne kaydığı görülüyor. İnşaat sektörü, kısa vadede istihdam yaratma ve çarpan etkisiyle büyümeyi destekleme açısından cazip bir alan. Ancak uzun vadede ekonomiye sürdürülebilir bir katkı sunmuyor.
Sanayisizleşme, sadece üretimi değil, aynı zamanda istihdam kalitesini de olumsuz etkiliyor. Nitelikli, teknolojik bilgiye dayalı istihdam alanlarının daralması; genç nüfus arasında işsizliği ve “ne eğitimde ne istihdamda olan” genç oranını artırıyor. Türkiye’de genç işsizliğinin %20’nin üzerinde seyretmesi de bu yapısal sorunların bir yansıması.
EĞİTİM VE İŞGÜCÜ PİYASASININ UYUMSUZLUĞU
Ekonomik yapının derin problemleri sadece makroekonomik göstergelerde değil; toplumsal ve kültürel katmanlarda da kendini gösteriyor. Eğitim sisteminin hızlı ve sık değişen politikalarla şekillenmesi, işgücü piyasasının ihtiyaç duyduğu nitelikli çalışan sayısının yeterince artmamasına yol açıyor.
Bugün Türkiye’de üniversite mezunları arasında işsizliğin yüksek olması, çoğu zaman “eğitimli işsiz” kavramını gündeme getiriyor. Çünkü üniversite sayısı artsa bile, eğitim kalitesi ve piyasa ihtiyaçlarına uygun alanlarda yetişen mezun sayısı sınırlı kalıyor. Bu da beyin göçünü hızlandırıyor ve ülkenin en değerli insan kaynağının yurtdışına yönelmesine neden oluyor.
ENFLASYON VE GELİR DAĞILIMINDAKİ BOZULMA
Enflasyon, kısa vadeli bir fiyat sorunu gibi görünse de aslında kökleri yapısal dengesizliklere dayanan bir mesele. Türkiye’de son yıllarda çift hanelere yerleşen ve bazen %70-80’leri bulan enflasyon oranları; sadece satın alma gücünü değil, gelir dağılımını da derinden etkiliyor.
Yüksek enflasyon, sabit gelirlilerin refah kaybını artırırken; varlık sahiplerinin servetlerini korumasına hatta artırmasına imkân sağlıyor. Bu da toplumsal gelir uçurumunu büyütüyor. Üstelik fiyat istikrarı sağlanamadıkça, uzun vadeli yatırım planları ve üretim projeksiyonları da yapılamıyor. Kısacası, enflasyon sorunu Türkiye’nin yatırım, istihdam ve üretim gibi temel alanlarını da doğrudan etkiliyor.
ÇÖZÜM YOLLARI VE YAPISAL REFORM İHTİYACI
Türkiye’nin ekonomik yapı problemleri çözülmeden, döviz kuru veya faiz gibi kısa vadeli tartışmalar tek başına yeterli sonuç getirmeyecektir. Çözüm için; yüksek katma değerli üretime dayalı sanayinin güçlendirilmesi, AR-GE yatırımlarının artırılması ve eğitim sisteminin piyasa ihtiyaçlarıyla uyumlu hâle getirilmesi şart.
Ayrıca hukukun üstünlüğü, şeffaflık, öngörülebilirlik gibi alanlarda atılacak adımlar; sadece iç yatırımcıları değil, dış yatırımcıları da cezbetmeye yardımcı olur. Bu da döviz ihtiyacının daha sağlıklı ve sürdürülebilir biçimde karşılanmasını sağlar.
SONUÇ YERİNE
Türkiye, genç ve dinamik nüfusu, coğrafi avantajı ve girişimci potansiyeliyle aslında önemli fırsatlara sahip. Ancak bu fırsatların kalıcı refah ve istikrarlı büyümeye dönüşebilmesi için yapısal sorunların cesur, kararlı ve bütüncül politikalarla ele alınması gerekiyor. Kısa vadeli çözümler değil; uzun vadeli vizyon ve reformlarla desteklenmiş bir strateji, Türkiye’nin ekonomik potansiyelini gerçek anlamda ortaya çıkaracaktır.